Sağlığı yaratmak.

Günümüzde sağlığı yaratmada olumlu düşüncenin önemi üzerinde sıkça durulmaya başlanmıştır. Her geçen gün bu konuda ya yeni bir kitap yada makale yayınlanmaktadır. Düşünce dediğimiz bu güç nasıl oluyor da sağlığımızı bozuyor veya yaratıyor?

Yazdığı kitaplarla ve verdiği konferanslarla dünyada alternatif tıp alanında çığır açan Dr. Deepak Chopra, “Sağlığı Yaratma” adlı kitabında bu konuda şöyle diyor. “Araştırmalara göre mutlu insanlar daha sağlıklıdırlar. Öyle görünüyor ki, olumlu düşünceler taşımak demek olan mutluluk, beyinde biyokimyasal değişiklikler yapmakta ve bu değişiklikler de vücut fizyolojisi üzerinde son derece yararlı etkiler göstermektedir. Öte yandan, üzücü ya da bunaltıcı düşünceler de beyin kimyasında değişiklikler yapmakta ama bu değişikliklerin fizyoloji üzerinde zararlı etkileri olmaktadır."

Düşünceler, mesaj-göndericiler denilen beyin kimyasalları aracılığıyla çalışırlar. Beyin dokusunda bunların en azından otuz türü olduğu saptanmıştır. İnsanın içinde bulunduğu ruh durumuna göre bu mesaj-göndericilerin birbirlerine göre oranları değişir. Düşünceler bilincimizin denetimi altında olduğuna göre, istediğimiz düşünceyi bilinçli olarak seçebiliriz, düşüncelerimizi kontrol edebiliriz. Aynı zamanda düşünmek, beyin kimyasını çalıştırmak demektir. Kimya, beynin farklı yerlerindeki hormonların salgılanmasını etkiler. Örneğin, hipotalamus ve hipofiz. Sonra da bu hormonlar vücuttaki organlara mesaj taşırlar.

Daha belirgin birkaç örnek verelim. Önce olumsuz düşünceleri ele alalım. Kızgınlık, düşmanca düşünceler insanda hemen kalp atışlarını hızlandırır, kan basıncını arttırır ve yüzü kızartır. Kaygılı düşünceler de aynı şeyleri yapar ve bunların yanısıra el titremesi, soğuk ter ve mide düğümlenmeside görülür. Görülüyor ki, değişik düşünceler kendilerini fiziksel olarak ortaya koyabilmek için gerekli olan kimyasal değişiklikleri beyinde yaratırlar. Düşünce bozuklukları ve beyin kimyası bozuklukları arasında bir ilişki vardır.

Aynı şekilde, mutluluk, sevgi, barış, huzur, şefkat, dostluk, iyilik, cömertlik, yakınlık, içtenlik düşünceleri de merkezi sinir sisteminde mesaj taşıyıcılar ve hormonların akması yoluyla fizyolojide kendilerine karşılık olacak bir durum yaratırlar. Olumlu düşüncelerin fizyolojide yarattığı derin değişimler insanı sağlığa götürür, çünkü mesaj-taşıyıcıların aracılık ettiği bu düşüncelerin bedende uyarıcı bir etkisi vardır.

Kızgınlık, sevgisizlik, düşmanlık, gücenme, çelişki ve hüzün gibi duygular vücudun bağışıklık sistemini zayıf düşürür. Bunun tersi olan olumlu duygular ise vücudun direncini arttırır. Kısaca hastalıkların ortaya çıkmasına neden olan yalnızca düşüncelerdir.”

Şimdi konuya bir başka açıdan yaklaşalım. Akupunktur, T’ai Chi, Chi Gong, Yoga gibi alternatif terapiler, insan bedenini tamamen çevreleyen bir elektromanyetik alandan bahsederler. Buna “Aura” veya “enerji beden” denir. Ayrıca bu enerji bedende “Chakra” adı verilen yedi adette enerji merkezi bulunur. Bütün bu terapiler temelde hastalığı şöyle tarif eder. Hastalık, herhangi bir düzeyde bloke edilmiş, akışı engellenmiş bir enerjinin yansımasıdır. Varlığımızdaki bir dengesizliğin dışa vurumudur. Aura ve Chakra’lardaki enerji akışında meydana gelen bu dengesizlikler, fizik bedende hastalıkların oluşmasına sebep olur. Bütün dengesizliklerin nedeni ise, insanın içinde bulunduğu ruhsal durum’dur.

Düşüncelerimiz, duygularımız, birer enerjidir. Olumlu düşünceler auramızı güçlendirir, enerjimizi arttırır ve sağlık içinde olmamızı sağlar. Olumsuz düşünce ve duygular ise, enerjimizi azaltır hastalığa davetiye çıkartır.

Eğer sağlıklı olmak istiyorsak, enerji tüketen duygu ve düşüncelerimizi, enerji üreten duygular haline çevirmeliyiz. Onun için “düşünce ve duygularımızı her zaman kontrol etmeyi” öğrenmeliyiz.


”Dr. Deepak Chopra


Sözlerimize Dikkat Edelim


Sözlerimiz çok güçlü.

Sözlerimizle hayatımızı şekillendiriyoruz.

Geçen gün markette kasada beklerken, iki kişinin sohbetine kulak misafiri oldum.

Gördükleri harikulade bir araba hakkında konuşuyorlardı.

Birden birisinin diğerine, “Yaa, 40 yıl didinsek, böyle bir arabaya asla sahip olamayız.” dediğini başımdan aşağı kaynar sular dökülerek duydum.

Dönüp, bu kişiye “Söyleme şu sözleri yaa!!!” dememek için kendimi zor tuttum.

İşte çekim yasası öğretmeni olmanın bazı zararları.

Sevgili öğrencilerim, arkadaşlarım, benim onları bu şekilde uyarmamı kabul edebilirler ama sokaktaki, marketteki insanlara bu şekilde yaklaşmam mümkün olamıyor maalesef.

Sözlerinin, kararlarının, inançlarının hayatlarını şekillendirdiğini pek çok insan maalesef bilmeden, bu şekilde cahil cahil konuşuyorlar ve cahil cahil yaşıyorlar.

Aynı bizim bir zamanlar yaşadığımız gibi.

“Yaa, 40 yıl didinsek, böyle bir arabaya asla sahip olamayız.”

Bu şekilde konuşmak bizim gibi çekim yasasını bilen, anlayan kişilere artık yasak.
Dileklerimize TEZ zamanda kavuşmak istiyorsak, sözlerimize dikkat etmeyi öğrenmemiz gerekiyor.

Nasıl mı dikkat edeceğiz?

1.  “Asla” “Hep” “Hiç” “Her zaman” türünden sözlerimize dikkat edip, bunların dileklerimizle uyumlu olup olmadığına, onlarla çelişip çelişmediğine bakalım.

Bunları hep, dileklerimizle uyumlu olacak ve onlarla çelişmeyecek şekillerde kullanalım.

Örnek:

“40 yıl didinsek, böyle bir arabaya asla sahip olamayız.” değil de, “Ne güzel arabaydı. Allah’ın izni ve yardımıyla bizim de olur inşallah.” (veya olabilir, olsun, olmasını dilerim,vb.) şeklinde konuşalım ve buna yürekten inanalım. 

2 “Hastayım” “İyi değilim” “Kötüyüm.” ve benzeri söz ve inançlarla hastalıkları daha da fazla çekmeyelim.

Hayatta belki de üzerimizde en etkili olan sözlerimiz, “………..yım.” şeklinde söylediğimiz sözler oluyor.

Allah’ın bize verdiği bu gücü, bu son derece etkili aracı doğru kullanalım.

3. “Nefret” kelimesini sözlüğümüzden çıkartalım.

Sevgi, şükür, affetme, af dileme sözlüğümüzdeki en temel kelimeler olsun.

4. Bol bol “harika” “harikulade” “fevkalade” “mükemmel” “çok güzel” “çok sevindim.” “çok mutlu oldum” şeklinde beğeni, mutluluk, şükür ifade eden sözler söyleyelim.


5. Ağzımızı açıp gözümüzü yummayalım. Sözlerimizi bilerek sarfedelim. Kalbimizden konuşalım.

Ve kalbimizde hep sevgi, anlayış, şükür, af dileme, affetme olmasına dikkat edelim.

Mutluluk

Mutlu oldugunuzda mutlulugu yaşayan sadece kendiniz degilsiniz.

 

Sevgi dolu oldugunuzda, sevgiyi yaşayan ,sadece kendiniz degilsiniz. Barış ve huzur içinde oldugunuzda, barış ve huzuru yaşayan, sadece kendiniz degilsiniz. Mevlana oldugunuzda, Mevlanalığı yaşayan, sadece kendiniz degilsiniz. Siz bir yandan bunları yaşarke...n, bir yandan... da farkında olmadan, evrenin enerjisini yükselterek, pek insanin hayatını etkiliyorsunuz. Yaşadıklarınız ile oluşan düşük veya yüksek frekanstaki enerjiniz ile, siz farkına olsanız da olmasanız da, inansanız da inanmasanız da, görsenizde görmeseniz de, toplu bilinçteki yaşam enerjisini fazlası ile etkilemektesinizdir .

Kanadalı doktor David Hawkins araştırmaları sonucu vardıgı deger şöyle

Pozitif ve herşeyi oldugu gibi kabullenen mutlu bir insanın yaydıgı enerji,
90.000 insanin yaydıgı düşük enerjiyi dengelemektedir.

Sevgiyi gerçek anlamda yaşayan bir insanın yaydıgı enerji,
750.000 insanin yaydıgı düşük enerjiyi dengelemektedir.

Barış ve huzur içinde yaşayan bir insanın yaydıgı enerji,
10 milyon insanin yaydıgı düşük enerjiyi dengelemektedir.

Mevlanalığı yaşayan bir insanın yaydıgı enerji,
70 milyon insanin yaydıgı düşük enerjiyi dengelemektedir.

Peygamber, mevlana seviyesinde yaşayan bir insanın yaydıgı enerji ise
tüm insanlıgın yaydıgı düşük enerjiyi dengelemektedir.

Bugün, peygamber veya mevlana olmasanızda,
90 bin insani mutlu etmeye ne dersiniz ?

Güçlü Kadınlar

Güçlü kadınlar vardır, her işlerini kendileri halletmeye çalışan.. Anne babaları tarafından böyle yetiştirilen. Onlar kendi paralarını kendileri kazanmak isterler. Evdeki tüm tamirat, tadilat işlerinden anlarlar. Bir erkeğe mecbur kalmadan da hayatlarını devam ettirebilirler. Faturalarını kendileri yatırırlar. Hemen hemen tüm işlerini kendileri yaparlar. Hatta etraflarının yükünü de üstlenirler. Özgürlüğü severler, dik durmayı da, güçlüdürler çünkü...

Âşık olduklarında hissederek yaşarlar. Aşklarına kurallar koymadıkları gibi büyük beklentilere de girmezler. Sevdiklerine problem çıkarmazlar. Bütün gün çalışıp durduktan sonra, akşamları yorgun da olsalar sevgilileri buluşalım dediğinde, hemencecik hazırlanıp sevgililerinin onları evden almalarına gerek kalmadan, o her neredeyse onun olduğu yere giderler.

Çoğu zaman sevgililerinin ya da kocalarının haberi bile olmaz yaşadıkları sıkıntıdan, yansıtmazlar çünkü. Para var mı, işyerinde sıkıntı mı oldu, birine canı mı sıkıldı, hiç bunlarla yormazlar birlikte oldukları erkeği. Çünkü istemezler kimse onlara acısın. Sonra da bir bakarlar ki, bu kadar dik durmanın ve sorun çıkarmamanın karşılığında gerçekten de kimse onlara acımaz. Bu durum zamanla gelenekselleşir ve acınmama ile sorun çıkarmama hali yaşam tarzına dönüşür. Ezkaza dayanamayıp sorunlarını paylaşmaya kalksalar, bu sefer de sorunlu kadın, kaprisli kadın, tahammül edilmez kadın damgasını yerler. Bu yüzden de terk edildiklerinde bile hiç seslerini çıkarmaz bu güçlü kadınlar! Terk eden erkek de bilir onun ne kadar güçlü olduğunu ve onsuz da yaşayabileceğini, içinde yaşadığı fırtınalardan bihaber. Sonra bir dosttan, eşten, ya da tanıdıktan duyarlar ki onu terk eden erkek gitmiş, muhtaç yaşamak zorunda olan biriyle beraber olmaya başlamış. Erkekler çok severler böyle kadınları. Birinin ona muhtaç olduğunu görmek bir çok duygusunu okşar erkeğin. Onlara kendini erkek gibi hissettirir! Bu zayıf kadınlar erkeklere bağımlıdır.

Mesela fatura filan yatıramazlar, anlamazlar çünkü. Nereden yatırılır onu da bilmezler. Ev ya da yemek alışverişi de yapmazlar, çünkü taşıyamazlar onca torbayı. Hep yorgun olurlar, bütün gün spor salonları, kuaför, o mağaza, bu mağaza gezerler. Akşama yemek yapmaya fırsat bulamazlar. Akşam eşleri eve geldiğinde, bugün nereye yemeğe gidelim, diye sorarlar. En kötü ihtimal dışarıdan yemek söylerler. Zayıf kadınlar doğurdukları çocuğa bakacak gücü de kendilerinde bulamazlar, pamuklar içinde yaşamaya alışmışlardır bir kere. Kendilerini hep altın tepsi içinde sunarlar. Huysuzluk da ederler, ama bu erkeğin hoşuna gider, çünkü kadın ona muhtaçtır, söylenmeyen güçlü kadının aksine, hiçbir şeyi beğenmedikleri gibi devamlı da mutsuzdurlar. Pek teşekkür etmezler, kıskançlık krizlerini de severler Kocasının ve sevgilisinin hayatlarını karartırlar. Erkekler bu kadınları asla terk edemezler. Çünkü o güçsüz, kırılgan bir kadındır. Ayrılırsa kurda kuzuya yem olur. Koruyup kollanmalıdır her an o!.

Zayıf kadınlar hiç çökmez, buruşmaz ve yıpranmazlar. Ancak işin ilginç yanı her zaman daha değerli olanlar da onlardır. Ve geride kalan güçlü kadınlar tüm bunların nasıl gerçekleşebildiğine sadece bakakalırlar.

AYLİN KOTİL SARIGÜL

Sizin pencereniz nereye açılıyor

Pencereler vardır, dağlara bakar. Dağların yüksekliği kadar yükselir bakışlar. Dağların ardı gibi ulaşılmazlara da sahiptir, dağların bu tarafındakiler gibi, engelleri beraber aşacak dâvâ arkadaşlarına da. ..

Pencereler vardır, denize bakar. Açınca deniz vurur yüzünüze, kapatınca sessiz bir mavilik dolar evin içine. Den...iz kadar derindir bakışlarınız, deniz kadar dalgalı olmasa bile hayatınız.
Pencereler vardır, nehirlere, derelere, şelalelere bakar. Berraklıktır duvarınıza asılı tablo. Huzur veren şırıltıdır, çalıp duran müzik. Aynı nehirde iki kere yıkanamamak gibi, aynı nehri iki kere seyredemezsiniz. Giden su damlacıkları, hayatınızdan da saniyeler götürür; eşsiz bir manzara seyrettirirken.

Pencereler vardır, uçsuz bucaksız ovalara bakar. Yürüseniz saatler sonra ulaşabileceğiniz noktadır, evinizin içinde bakakaldığınız. Gökyüzünün yer yüzüyle birleştiği o müthiş fotoğraf, yer ile gök arasındaki konumunuzu belirler: Ne kadar arzîsiniz ya da ne kadar semavî?

Pencereler vardır, kaldırımlara bakar. Gördüğünüz; insan ayakkabıları, kedi patileri, araba lastikleridir. İşittiğiniz; ayak sesleri, otomobil gürültüleri, sokak kavgalarıdır. ?Kaldırım manzaralı eviniz var mı?? diye sormazsınız asla, bir emlakçıya. Tercihiniz değil, mecburiyetinizdir kaldırımlar; ama ufkunuzu geliştirmek, başka dünyalara pencereler açmak elinizdedir.

Pencereler vardır, karşı apartmana bakar. Sokaktan geçen arabalar, oyun oynayan çocuklar ve balkonda çay içen komşulardır; evinizden dış dünyaya açılan. Komşunuzun da sizden farkı yoktur; onun için de siz bir manzarasınızdır, penceresini açtığında. Siz ve komşunuz, karşılıklı iki ayna gibidir; ama bu aynadan sonsuz görüntüler çıkmaz.

Pencereler vardır, hayata bakar. Hayattan ne anlıyorsa insan, o kadar geniş, o kadar ferah, o kadar huzur vericidir; penceresinden evine sızan. Hayatı bir hapishane gibi görüyorsa, ayak seslerinden, ayakkabı görüntülerinden ve araba lastiklerinden başka bir şey görmez, ruhunun penceresi olan gözlerini açtığında.
Pencereler vardır, insanın kendisine bakar. Ne kadar derinse duruşu, ne kadar özgürse ruhu, ne kadar güzel görebiliyorsa; o kadar geniş, o kadar uçsuz bucaksız, o kadar güzeldir manzarası. Yüzeyselse, ancak karşı apartmandaki insanı görüp durur, penceresini her açtığında.

Pencereler vardır, açılmaz; sadece seyredersiniz. Koklayamazsınız, işitemezsiniz, elinizi uzatıp dokunuyor gibi hissedemezsiniz.

Peki sizin pencereniz nereye açılıyor?

Ruhumuzla Buluşmak.

 

Meksika’da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar.

Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyor ve sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar.

Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor; “Hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik? “

Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki; “Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetismesini bekledik...”

Niye içimiz de hep bir eksiklik duygusuyla yaşadığımızı, niye mutlu olmayı beceremediğimizi, niye kendimiz olmayı başaramadığımızı ve “niye” ile başlayan daha bir dolu sorunun cevabını açıkça veriyor İnkalar’ın yaşlı torunu.

Çünkü bu aptal hayat içinde o kadar hızla yol alıyoruz ki, ruhumuz çok arkada kaldı, hatta onu nerelerde unuttuğumuzu bile hatırlayamıyoruz. Çocuğunu kaybeden annelerin çılgınlığında bir sağa bir sola saldırıyoruz hepimiz, ama bir farkla, biz neyi aradığımızı bile bilmiyoruz...

Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor. Sanıyoruz ki cok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız.

Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi? Çevremiz de kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hic kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur. Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki?

Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim... İşte bu yüzden icimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz. İşte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp,çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz... Gerçekte hIz çağında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe , ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor. Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz. Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük. Sevmeye bile vaktimiz yok bizim. Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz. Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor. İşlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok işte!

Bence doğanın kara bir laneti bu. Biz ondan uzaklaştıkça, o da bizden bütün zamanları çalıyor. Milan Kundera “yavaşlık” adlı kitabında; ”yavaşlık hep aldatır,hızlılık ise unutturur” diyor.

Telefon hızlılık mesela, konusulanları, söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaşlık, hep vardır ve hep hatırlatır. Ben kendi adıma her zaman yavaşlıktan yanayım. Mesela uçaklardan hiç hoşlanmam, yeni bir şehre, yeni bir iklime hazırlanmaya, hatta hayal kurmaya bile vakit bırakmıyor bana ”Küt” diye başka bir hayatın içine giriveriyorum. Ve en kötüsü de dönüşler, daha ayrılığın hüznünü bile yaşamadan İstanbul’da olmak sahiden de cok tatsız. Tabii ki ruhumun beni terk edip oralarda kalması da cok normal. Oysa trenler karanlık geceyi yırtan keskin düdüğü, uykuda olanlara yolculuk düşleri gösteren kara trenler... Dağları bölen, nehirlerle yarışan, köprülerden geçen, agaçları selamlayan, cocuklara el sallayan, güne bakanlara göz süzen, geçmişin hüznünü, geleceğin umudunu yaşatan, yolcularına yepyeni dostluklar hazırlayan kara trenler var bir de.

Uçak değil, tren olmak istiyorum. Böylece ruhum benden hiç ayrılmaz. Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok. Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık. Aceleye ne gerek var?

Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü hızlı ya da yavaş... Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, basarı da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...

Can DÜNDAR

İmparator seçimi


Bir zamanlar, Uzak Doğu’da, artık yaşlandığını ve yerine geçecek birini seçmesi gerektiğini düşünen bir imparator varmış. Yardımcılarından ya da çocuklarından birini seçmek yerine; kendi yerine geçecek kişiyi değişik bir yolla seçmeye karar vermiş.
Bir gün, ülkesindeki tüm gençleri çağırmış ve:
Artık tahttan inip yeni bir imparator seçme vakti geldi. Sizlerden birini seçmeye karar verdim.” demiş.
Gençler şaşırmışlar, ancak o sürdürmüş:
“Bugün hepinize birer tohum vereceğim. Bir tek tohum. Ama bu çok özel bir tohum. Evlerinize gidip onu ekmenizi, sulayıp büyütmenizi istiyorum. Tam bir yıl sonra büyüttüğünüz o tohumla buraya geleceksiniz. Sizi, yetiştirdiğiniz o tohuma göre değerlendirip, birinizi imparator seçeceğim.”
Saraya çağırılan gençlerin arasında Ling adında biri de varmış. O da diğerleri gibi tohumunu almış…
Evine gidip heyecanla olayı annesine anlatmış. Annesi bir saksı ve biraz toprak bulup, onun tohumu ekmesine yardım etmiş. Sonra birlikte dikkatlice sulamışlar. Her gün sulayıp büyümesini bekliyorlarmış.
Yeterince zaman geçtikten sonra diğer gençler tohumlarının ne kadar büyüdüğünü anlatırken, Ling hayal kırıklığı içinde, kendi tohumunda hiçbir değişiklik olmadığını görüyormuş.
Üç hafta, dört hafta, beş hafta geçmiş.Hâlâ hiçbir gelişme yokmuş. Diğerleri yetişen bitkilerinden söz ederken Ling çok üzülüyormuş. İmparatorun onu beceriksiz sanmasından çok endişeleniyormuş. Arkadaşlarına da hiçbir şey diyemiyor, sabırla bekliyormuş.
Sonunda bir yıl bitmiş ve gençlerin yetiştirdikleri bitkileri imparatorun huzuruna götürecekleri gün gelip çatmış. Ling, annesine boş saksıyı götüremeyeceğini söyleyince, annesi ona cesaret verip; saksısını götürüp dürüst bir şekilde olanları imparatora anlatmasını istemiş. Ling, pek istemese de, annesinin sözünü tutmuş ve boş saksıyla saraya gitmiş.
Saraya varınca arkadaşlarının yetiştirdiği bitkilerin güzellikleri karşısında şaşırmış. Sonra imparator gelmiş ve tüm gençleri selamlamış.
Ling, arkalarda bir yerlere saklanmaya çalışıyormuş.
“Ne büyük bitkiler, çiçekler ve ağaçlar yetiştirmişsiniz. Bugün biriniz imparator olacak.” demiş imparator.
Aniden arkada elinde bos saksısıyla Ling’i fark etmiş. Hemen muhafızlarına onu öne getirmelerini emretmiş. Ling çok korkmuş.
“Sanırım beceriksizliğimden dolayı beni öldürtecek.”
Ling öne geldiğinde imparator adını sormuş.
“Adım Ling.” demiş.
Diğer gençler gülüşüp onunla alay etmeye başlamışlar. İmparator onları susturmuş. Ling’e ve elindeki saksıya dikkatle bakıp kalabalığa doğru dönmüş.
“Yeni imparatorunuzu selamlayın. Adı Ling!” demiş.
Ling inanamamış. Çünkü tohumunu yeşertememiş bile,nasıl imparator olurmuş?…
İmparator devam etmiş:
Bir yıl önce burada herkese bir tohum verdim. Siz ekip, sulayıp bir yıl sonra getirecektiniz. Ama hepinize kaynamış tohum vermiştim. Asla büyüyemeyecek olan, Ling’in dışında herkes ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdi; çünkü tohumun büyümediğini fark edince hepiniz onu bir başka tohumla değiştirdiniz.
Sadece Ling içinde benim verdiğim tohum olan boş saksıyı getirme cesaret ve dürüstlüğünü gösterdi. Beklentisi gerçekleşmeyince umutsuzluğa kapılsa da, dürüstlüğünden vazgeçmedi. Onun için yeni imparatorunuz o olacak
!”

Affederek Bağlardan Çözülmek

Temiz bir vicdan kadar yumuşak bir yastık yoktur.
Hedefimiz, gerçekleştirmek istediğimiz her ne olursa olsun bu konuda atacağımız en değerli adım affetmektir. Hem kendimizi hem de geçmişte yaşadığımız bizi üzen deneyimlerimizin kısıtlayıcı duygusal yüklerini özgürleştirmek için affetmektir.


Affetmek Latince bağları çözmek anlamına gelir!


Peki, o zaman affetmediğimizde neye bağlanırız.... Yaşadığımız olay geçmiştir bir anı olmuştur. Tatsız üzüntü veren bir anı.. Bu anıdan bize miras kalan ise hatırladığımız üzücü hayaller ve duygulardır.

o kişilerden ya da olaylardan özgürleşmedikçe zihnimizde sesleri… bedenimizde bizi üzen duyguları yeniden yeniden yeniden canlandırır dururuz.. ve can veririz geçmişte kalması gereken unuttuğumuz bu üzüntülerimize.. hepimizin bildiği gibi artık; beynimiz hayal ile gerçeği birbirinden ayırt etmez..bazılarımız hatırlamaz bile yaşadığı incitici anıları.. gömmüştür çoktan bilinçaltının derinliklerine..

Neden diye sorar o zaman?
Neden her ilişkim üzücü bir şekilde bitiyor?
Neden pek çok şeyim olduğu halde kendimi mutsuz hissediyorum?
Neden hep iyi başlayan iş yaşantım üzüntülü bir şekilde bitiyor?
Neden dostlarım vefasız çıkıyor?

Nedenler bitmez..



Neden mi ?

Mazeret ve neden aradığnız sürece bir çok mazeret ve neden vardır.Çünkü bir konu ya da kişi ile ya da yaşamımızda şu anda olmasını istediğimiz gerçekleşmesini istediğimiz hedeflerimizle ilgili olarak ilk kurduğumuz ilişki nasılsa ve bu konuda duygusal olarak nasıl hissediyorsak devamı da o şekilde gerçekleşir.


İçimizde bastırdığımız, doğru bir şekilde ifade etmediğimiz, incinmişliklerimiz, kırgınlıklarımız, öfkelerimiz bizi sürekli ilk kurduğumuz ilişkiye bağlayan prangalar olur. Biz her ne kadar yeni ilişkilere.. yeni işlere..yeni arkadaşlara, yeniye dair ne istiyorsak ona doğru yol aldığımızı sansak da bağlarımız bizi sıkı sıkı tutar ve olduğumuz yerde boşa adımlar atarız.. bağımızın uzunluğu kadar bir daire etrafında döner dururuz.. Bu bir kısırdöngüdür artık.

Affederek işte bu bağları çözer adımlarımızın bizi gerçekten hedeflerimize, istediklerimize götürmesini sağlarız.


Hayat bir arayıştır

Hayat bir arayıştır, sürekli bir arayış, ümitsiz bir arayış; arayanın ne aradığını bilmediği bir arayış. Aramak için çok derin bir içgüdü var, ama insan ne aradığını bilmiyor. Ve öyle bir zihin durumu var ki, eline geçen şey ne olursa olsun, seni tatmin etmiyor. Hayal kırıklığı insanın kaderiymiş gibi görünüyor; çünkü ulaştığın şey, ona ulaştığın anda anlamsızlaşıyor. Yeniden aramaya başlıyorsun.

Bir şey elde etsen de etmesen de, arayış devam ediyor. Neyin var neyin yok, hiç önemli değil, çünkü arayış her durumda sürüyor. Fakirler arayışta, zenginler arayışta, hastalar arayışta, iyiler arayışta, güçlüler arayışta, güçsüzler arayışta, aptallar arayışta, bilgeler arayışta; ve kimse tam olarak ne aradığını bilmiyor.

Bu arayışın ne olduğu ve neden orda olduğu anlaşılmalı. Öyle görünüyor ki, insanın varlı- ğında, insanın zihninde bir boşluk var. İnsan bilincinin yapısında bir delik, bir kara delik var sanki. İçine sürekli bir şeyler atıyorsun ve hepsi kayboluyor. Sanki hiçbir şey onu doldura- mıyor, hiçbir şey doyumu yaklaştırmıyor. Çok ateşli bir arayış bu. Bu dünyada arıyorsun, öbür dünyada arıyorsun. Bazen parada arıyorsun, bazen güçte, prestijde, bazen Tanrı’da, coşkuda, sevgide, meditasyonda, duada; ama arayış devam ediyor. İnsan adeta aramaktan hasta olmuş durumda.

Ama arayış şimdi ve burada olmana izin vermiyor, çünkü arayış seni sürekli başka bir yere yönlendiriyor. Arayış bir yansıma, arayış bir arzu; ihtiyaç duyduğun şeyin başka bir yerde olduğu fikri, onun var olduğu ama başka bir yerde olduğu, şimdi burada olmadığı fikri. Kesinlikle var, ama şimdi değil, burada değil. Orada, başka bir zamanda; asla şimdi, burada değil. Seni didiklemeye devam ediyor, itip kakmaya devam ediyor. Seni daha da delirtiyor, çılgına çeviriyor. Ve asla tatmin olmuyor.

Çok yüce bir Sufi kadın, Rabia al-Adawia hakkında şöyle bir hikâye anlatıldığını duydum:

Bir akşam, güneş batarken, ortalıkta henüz biraz ışık varken, insanlar onu sokakta bir şey ararken bulur. Yaşlı bir kadındır; gözleri zayıftır ve zor görmektedir. O yüzden de komşular yardıma gelir ve sorar: “Ne arıyorsun?”

Rabia cevap verir: “O sorunun hiç lüzumu yok. Arıyorum işte, yardım edebiliyorsanız edin.”

İnsanlar güler: “Rabia, delirdin mi? Sorunun lüzumu yok diyorsun ama ne aradığını bilmeden nasıl yardım ederiz?”

Rabia der ki: “Peki, öyle mutlu olacaksanız, iğnemi arıyorum. İğnemi kaybettim.” Yardım etmeye başlarlar ama sokak çok büyüktür, iğne de çok küçük.

O yüzden derler ki: “Nerde kaybettiğini söyle, tam neresi olduğunu, yoksa çok zor, ilelebet arasak da bulamayız iğneni. Nerde kaybettin?”

Rabia der ki: “O sorunun da lüzumu yok. Aramakla bunun ne alakası var?”

Komşular durur: “Sen iyice delirmişsin!”

Rabia cevap verir: “Peki, ille de öyle mutlu olacaksanız, evde kaybettim iğnemi.”

Derler ki, “O zaman niye burada arıyorsun ki?”

Söylendiğine göre, Rabia şöyle cevap verir: “Çünkü ışık burada var, içerde hiç ışık yok.”

Bu hikâye çok önemli. Hiç kendine ne aradığını sordun mu? Hiç ne aradığını derin bir medi- tasyon konusu haline getirdin mi? Hayır. Bazı belirsiz anlarda, rüya anlarında ne aradığına dair küçük bir hisse kapıldıysan bile, hiçbir zaman kesin değil, tam değil. Henüz tanımla- madın onu.

Tanımlamaya çalıştığında, ne kadar tanımlanırsa, o kadar aramaya gerek olmadığını hissedeceksin. Arayış ancak belirsizlik durumunda sürebilir, bir rüya halinde. Netlik olmadığında aramaya devam edersin, içten gelen bir güdüye kapılarak, içten gelen bir aceleyle itilerek. Şunu biliyorsun: Aramaya ihtiyacın var. İçinden gelen bir ihtiyaç var. Ama ne aradığını bilmiyorsun. Ve ne aradığını bilmiyorsan, nasıl bulabilirsin?

Çok belirsiz; sanıyorsun ki anahtar parada, prestijde, saygınlıkta. Ama sonra saygın, güçlü insanlara bakıyorsun, onlar da arıyor. Çok zengin insanlar görüyorsun, hayatlarının sonuna kadar aramaya devam ediyorlar. O zaman zenginlik de işe yaramıyor, güç de. Arayış, elinde ne olursa olsun, devam ediyor.

Arayış başka bir şey için olmalı. Bu isimler, bu etiketler ? para, güç, prestij ? sadece zihnini tatmin etmek için. Sadece bir şey aradığını hissetmen için ordalar. Ama o şey hâlâ tarif edilemiyor; tuhaf bir duygu.

Gerçek arayan için ? Biraz uyanmış ve farkında olan için ? ilk gerekli şey, arayışı tanımlamak, ne olduğunun keskin bir tanımını yapmak, hayal dünyasından çıkarmak, derin bir uyanıklıkta onunla karşılaşmak, içine bakmak, onunla yüzleşmektir. Hemen bir dönüşüm başlayacak. Arayışını tanımlamaya başlarsan, arayışa olan ilgini kaybetmeye başlayacaksın. Ne kadar tanımlarsan, o kadar azalacak. Ne olduğunu net olarak bildiğin anda, birden yok olacak. O sadece sen dikkatli olmadığında var.

Tekrarlanmasına izin ver: Arayış, sadece uykuda olduğun zaman var. Arayış, sadece uyanık olmadığında var; arayış sadece farkında olmaman halinde var. Arayışa farkında olmamak yol açıyor.

Evet, Rabia haklı. İçerde ışık yok; içerde ışık olmadığı, bilinç olmadığı için, elbette dışarıda aramaya devam ediyorsun çünkü dışarısı daha net görünüyor.

Duyularımızın hepsi dışa dönük. Gözler dışa açılıyor, eller, bacaklar dışa doğru hareket ediyor, kulaklar dışarıdaki sesleri dinliyor. Sahip olduğun her şey dışa doğru açılıyor; beş duyu dışa dönük. Aramaya oradan başlıyorsun; gördüğün, hissettiğin, dokunduğun şeylerden. Duyuların ışığı dışa çevrili ve arayan ise içerde.

Bu ikiliğin anlaşılması gerekiyor. Arayan içerde ama ışık dışarıda olduğundan, arayan hırslı bir şekilde dışarıda tatmin edecek bir şey bulmak amacıyla harekete geçiyor. Hiçbir zaman bulunmayacak. Hiçbir zaman bulunmadı. Şeylerin doğası gereği bulunması mümkün değil çünkü eğer arayanı aramıyorsan, bütün arayışın anlamsız. Eğer kim olduğunu anlamazsan, arayışın boşuna; çünkü arayanı tanımıyorsun. Arayanı tanımıyorsan, doğru boyutta, doğru yönde aramayı nasıl başarabilirsin? Mümkün değil. Her şeyden önce, ilk adımlar atılmalı.

OSHO

Seyret, Sus ve Dinle

Bir gün bir dağ güneşle birlikte güne uyandı. Rüzgarın esintisiyle ağaçlarının dallarını sallaya sallaya esneyerek gerindi. Güneş pırıl pırıl ufukta tam karsısından doğuyor, onunla arasında masmavi bir deniz çarşaf gibi günü karşılıyordu.
Dedi ki, 'Ben ne güzel bir yerdeyim, önüm masmavi bir deniz ve  her gün güneş bana gülümseyerek gün başlıyor.'
Gökyüzünde küme küme bulutlar pamuk yığınlarını andırıyordu. Martılar çoktan uyanmış gökyüzünde dans ediyorlardı. O sırada dağ bir de baktı ki, eteklerinde bir minicik fare denize doğru yürüyor.
'Iiiiiiiiihhhhhh, bu da ne?
Bu küçük fare benim manzaramı simdi neden bozuyor? '
Onun oradan bir an önce gitmesini istedi ve söyle bir titredi. Tepeden aşağıya doğru bir kaç tas hızla yuvarlanmaya başladı. Fare sesi duyunca hemen bir yüksek kayanın üstüne sıçradı ve oraya yerleşti. Düsen taslarda ona hiç bir zarar vermedi. Farecik de başladı denizin güzelliğini seyretmeye.
Ara ara atlayan zıplayan balıklar denizin duruluğunda küçük halkalar oluşturuyordu.
Deniz dağın sıkıntısını anladı ve dağa seslendi:
'Neden böyle bir günde bir küçük fare için mutsuzluk oyununa başlıyorsun ki? Bak ben dümdüzken balıklar da benim duruluğumu bozuyorlar. Ben onlara kızıyor muyum? Biliyorum ki onlar bensiz ben onlar siz olamayız. Sen de seninle birlikte yasamak zorunda olanlara kollarını açmalısın. Güneş hiç bulutlara bozuluyor mu? Benim ısınlarımı engelliyorlar diye kızıyor mu? Kabul et gerçeği, hersey bir şeylerle bütün aslında. Fark ve güzellik de burada. Bu sayede her gün ayrı bir şey öğretiyor bize; her gün ayrı bir ders veriyor. Sen iyisi mi sadece SEYRET, SUS ve DINLE.'
Dağ denize sordu:
'SEYRET, SUS ve DINLE? O da ne demek? '
Denize bak.. Seyrettiğinde güzellikleri göreceksin...Sustuğunda kendinden başkalarının söylediklerini duyabileceksin... Dinlediğindeyse onlardan öğrendiklerini uygulama fırsatı bulabileceksin

Hayatta hiç birsey yolunda gitmiyor diyenlere...

Hayatta hiç birsey yolunda gitmiyor diyenlere...
Çin Bambu ağacının yetişmesi, olumlu israr için güzel bir örnektir. Çinliler bu ağacı şöyle yetiştirir:
Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir.
Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz. Tohum yeniden sulanıp gübrelenir.Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez.Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir. Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez.Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler. Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.
Akla gelen ilk soru şudur :Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mi Yoksa beş yılda mı ulaşmıştır?
Bu sorunun cevabı tabii ki beş yıldır.
Büyük bir sabırla ve israrla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edebilir miydik?..


Bir başarının şartları her zaman çok basittir.
Bir süre için çalışın,
Bir süre tahammül edin.
Her zaman inanın.
Ve hiçbir zaman geri dönmeyin

Pratik Bilinç Altı Kodlama

     Bilinçaltı mesajları yaşamlarımızda ciddi ve kalıcı değişiklikler yaratmak amacıyla kullanılabiliyor. Beynin bu kısmı, bellekten vücut ısısına ve bilincinizin ana özelliklerini belirlemeye kadar her şeyi kontrol eder.

      Bilinçaltı mesaj oluşumuyla ilgili en ünlü deney, Dr. James Vicary tarafından yapılmıştır. Vicary, “Patlamış mısır istiyorum” ve “Daha çok kola iç” sözcüklerini, bir grup sinema izleyicisinin önünde yalnızca 100 milisaniye süreyle yakıp söndürmüştür. Bilinç eşiğinin altında olduğundan, aslında kimse mesajları “görmemiştir”; ama patlamış mısır satışları % 57,8, kola satışları ise % 18,1 artmıştır
       ABD Hükümeti, çok geçmeden, reklamlarda bu güçlü öneri tekniğinin kullanımını yasaklamıştır. Ama, bir süre sonra, bu tekniğin harika bir kendi kendine yardım aracı olabileceği fark edilmiştir ve kitleler, birdenbire, kişisel gelişim komutlarını doğrudan bilinçaltına gönderme gücüne sahip olmuşlardır.
Bütçeniz azsa, bilinçaltı mesaj oluşumunun gücünden faydalanmanızı sağlamaya başlamanın çok daha hesaplı bir yolu var.
      Şöyle. Yaşamınızda hemen şimdi yoğunlaşmak istediğiniz birkaç ana hedefi belirlemekle başlayın. Örneğin, daha hızlı öğrenmeyi ya da sigarayı bırakmayı isteyebilirsiniz. Bu hedefi, “Ben hızla öğrenirim” ya da “Sigarayı bırakmaya hazırım” gibi, basit, kısa ve olumlu bir onaylama cümlesi şeklinde yazın.
        Şimdi, onaylama cümlenizi, beyaz bir kartonun üzerine açıkça ve kalın siyah keçe kalemle yazın. Üç ya da daha fazla kart hazırlayın. Her birinde ana temanıza odaklanan onaylama cümleleri olsun. Bunları bir elektrik feneriyle birlikte yatağınızın kenarında saklayın.
     Sırada asosyal kısım var.
     Zihninizin kabul etme kapasitesinin yüksek olduğu anı yakalayacağız; bilinçaltınıza girişi sağlayan kapının sonuna dek açık olduğu gece yarısında zihninizi uyandıracağız.
     Çalar saatinizi sabah 3’e kurun. Sonra her zamanki gibi uyuyun. Zili duyar duymaz, alarmı kapatın ve neredeyse içgüdüsel bir şekilde, onaylama cümlelerinin bulunduğu kartonları ve elektrik fenerinizi alın. Oda zifiri karanlık olmalı.
      Daha sonra, feneri her bir kartona doğru defalarca yakıp söndürün. Bunu yaparken, kartonlara bakın. Sözcükleri bilinçli olarak seçmeye çalışmayın. Bu bilinçaltı mesajlar, bilinçaltınız içindir.
      İşiniz bitince, basitçe feneri söndürün; kartonları yere bırakın ve uyumaya devam edin. Uykuya dalmak, yalnızca iki dakikanızı alacaktır. Emin olun, derin ve huzurlu bir uyku uyuyacaksınız. Bu kadar.
       Biraz önce bilinçaltınıza bir dizi bilinçaltı mesaj gönderdiniz. Sırada heyecanlı bir şey var.Pek çok kişi, bu tekniği birkaç gece kullandıktan sonra, hedeflerine ulaşmada yardımcı olan ya da kararlarını etkileyen, sorun çözücü rüyalar gördüklerini belirtmişlerdir. Yalnızca bir hafta sonra ve neredeyse tüm katılımcılar, ana hedeflerine doğru önemli bir adım attıklarını fark ederler. Öğrenim hızları ciddi oranda artar. Nikotin bağımlılıkları yarı yarıya azalır. Değişim, içten olmaktadır Bu, çok basit bir sistemdir; ama gayet güçlüdür ve ne yazık ki çok az kullanılır Garip bir şekilde, bu makaleyi okuyan çoğu insan, bu basit deneyi yapmayacaktır. Buna inanmazlar. İşe yaramayacağını düşünürler.

SEVGİYLE...


************************************************

KONTROL SENDE kitabımı satın alarak hayatınıza  katkıda bulunmak ister misiniz?

KENDİ KENDİNİZİN YAŞAM KOÇU OLUN


***********************************************

Hayatınızda Birşeyleri Değiştirmek İstediğiniz de...

Binlerce yeni yol düşledim. Uyandım ve yine eski yoldan yürüdüm.
Çin Atasözü

Hayatınızda bir şeyleri değiştirmek istediğiniz çok olmuştur değil mi? Bunların bir listesini yaptınız mı? Yeni yıl yaklaşırken yıl sonunda yapılan listeler var ya, işte ondan bahsediyorum: Sağlıklı beslenmek, 5 kilo vermek, düzenli spor yapmak, hobilere vakit ayırmak, tiyatroya gitmek, stresten uzak durmak, sigarayı bırakmak...

Bir koca yılı devirmeye az kalmışken, kendi listenize baktığınızda burada yazdıklarınızdan kaçını içselleştirdiğinizi ve sizin olduğunu fark ettiniz. Kendinizi bu konuda başarılı sayabilir misiniz?

Yaptıklarınız için sizi tebrik ederim. Ama ben sizlerle yapamadıklarınızı konuşmak istiyorum. Her yıl listenizde yazan ama bir türlü gerçekleşemeyenler hakkında konuşmak istiyorum.

Dönme dolabı bilirsiniz, sürekli döner durur ve hep aynı yere gelir.

Biz de bazen yaşadığımız olaylar karşısında aynı döngüleri yaşarız. Döner dururuz ama döndüğümüzün farkında değilizdir.

Hayatımıza giren insanlar bile bu dönme dolabın parçasıdır. Hep serseri erkekleri hayatınıza çektiğinizi, ciddi bir ilişkinizin olmadığını düşünmüşsünüzdür, değil mi? Sonra şaşırarak fark edersiniz ki sizinleyken hep sorunlu olan erkek arkadaşınız sizden ayrıldıktan sonra mükemmel ilişkiler yaşar.

Ya da bir işte yaşadığınız sıkıntılar yüzünden iş değiştirirsiniz ama bir süre sonra yeni iş yerinizde de aynı sıkıntıları yaşamaya başlarsınız.
Ne oluyor? Siz dev bir mıknatıssınız ve istemediğiniz her şeyi üzerinize mi çekiyorsunuz?

Dev mıknatıs bana istediklerimi getirir misin?

Sürekli yaşadığınız benzer deneyimler olduğunda kendinize sormanız gereken “ burada fark etmem gereken nedir? “ olmalıdır. Döngüler bizim istemeden sürekli yaşadıklarımızdır. Döngülerinizi fark etmek ve bunlardan kurtulmak için öncelikle kendinize yaşadıklarınızın sizin tercihleriniz olup olmadığını sorun. İsteğiniz dışında olan her şey döngünüzün bir parçasıdır.

Döngülerimizi ise alışkanlıklarımızla besleriz. Döngülerinizden kurtulmak için o zaman öncelikle düşüncelerinizi değiştirmeniz gerekiyor.

Düşünce nedir?

Düşünce dediğimiz şey yoğunlaştırılmış enerji partikülleri yani parçalarıdır. Hepimiz günde 50 veya 60 bin kadar düşünce üretiriz. Bu düşüncelerin çoğunun da farkında olmadığımızı da söyleyebiliriz, değil mi? O zaman bu düşüncelerin kontrolü de bizim alışkanlıklarımızdadır. Alışkanlıklarımızın ana merkezi yani bilinçaltımızdan otomatik olarak oluşan bu düşünceler, bizim yaşadıklarımızı oluşturur. Dikkat edilmesi gereken nokta yaşamınızda yer almasını istediğimiz her şeye düşüncelerinizle şekil verebilecek olmamızdır. Evrende benzer enerjiler birbirini çeker. Ne düşünüyorsanız sonunda o düşündüklerinizle karşılaşırsınız.

Gene bir örnek üzerinden gidecek olursak: Erkek arkadaşımızın bizi kıskandığını düşünmemiz, bir süre sonra onun bizi kısıtlaması, kıyafetlerimize karışması anlamına gelir. Erkek arkadaşımızın bizi kıskandığını düşünmek bizim düşünce alışkanlığımızdır. Düşüncenin sonunda oluşan kıskanan erkeklerle beraber olmaksa bizim döngümüzdür.

Döngülerden nasıl kurtuluruz? Yani dev mıknatısımızın bize istediklerimizi getirmesi için ne yapmalıyız?

Döngülerden çıkmak için öncelikle yeni düşüncelere açık olmalıyız. Sürekli aynı şeyleri düşünerek, farklı şeyler oluşturamayız.
Kısa bir liste yapacak olursak;

1-Her gün hayatınıza yeni bir şeyler katın,
2-Farklı tatlar, farklı hisler içinde uyanın.
3-Sürdüğünüz kokuda, yaptığınız makyajda farklılık olsun.
4- İşe gittiğiniz yolu değiştirin.
5- Daha önce dinlemediğiniz tarz bir müzik dinleyin.
6- Uzun zamandır, görmediğiniz bir arkadaşınızla buluşun, onunla farklı konulardan bahsedin…

Çin atasözünün dediği gibi her gün yeni yollardan yürüdüğünüzü düşler ama sıra uygulamaya geldiğinde gene eski bildiğiniz yoldan yürürseniz, döngülerinizden kurtulamazsınız.

Yeniliğin size kattıklarından biri de size hissettirdiği farklılık duygusudur.
İçinizde hissettiğiniz o farklılık duygusu sizi tazeleyecek, zinde tutacaktır. Her an kendinizi taşıdığınız yeni zeminlerde başka duygular hissedeceksiniz. Bu şekilde de aynılığı bir tarafa bırakıp, monotonluktan, bildik duygulardan kurtulacaksınız.

Unutmayın ki yeni döngüler yaratabilmek için an’da olmaya, an’da kalabilmek için de tazelenmeye, yeni olmaya ihtiyacınız var.

Dönme dolaptan inip, özgürce kırlarda koşmanız dileğiyle,