Psiko-kinesiyoloji nedir? Kas Testi Nasıl Yapılır?

Psiko-kinesiyoloji nedir?

     Bilinç ile bilinçaltı çatışmaları bizleri sabote eder. Mesela, bilinciniz bulunduğunuz ilişkiyi yürütmenizi, beklediğiniz terfiyi almanız gerektiğini ya da var olan bir hastalığınızı aşacağını söylerken bilinçaltı devreye girip yaşadığınız ilişkiye, umduğunuz terfiye layık olmadığınızı, hastalık durumunuzun ise sizin ilgi ve şefkat ihtiyacınızı karşıladığını söyler.
    Bu çatışma sonunda anlamsız bir tartışmayla ilişkiyi bitirme ya da farkında olmadan işinizle ilgili hata yapmanız söz konusu olur. Bilinçaltı inançlarımız, bilinçli inançlarımızı desteklemedikçe kendimizi sabote etmeye devam ederiz. Buna da kader, talihsizlik ya da şanssızlık deriz. Bilinçaltında ise ne tür inançlar barındırdığımızı bilmiyoruz ve inançlarımızın yüzde 99''u bilinçaltındadır. Bilinç ve bilinçaltımızdaki inançları uyumlu hale getirmek ise ancak psiko-kinesiyoloji ile mümkün. Kısaca Pi-Ki, bilinç ile bilinçaltı inançlarımızın birbirini desteklemesini sağlayarak evrensel enerjinin sevgi, bilgelik ve iyileştirici gücünü kendimiz ve başkalarının yararına kullanmamıza olanak tanıyan bir öğreti sistemi. Ayrıca bu eğitim, davranış ve alışkanlıklarımızı değiştirmede etkili bir yöntem.

Bilinçaltı bu kadar önemli mi?

    Hayatımız, inançlarımızın bir yansımasıdır. Ana rahmine düştüğümüz andan 6 yaşına kadar geçen sürede programlamalarımız bilinçaltında yerleşir. Geçmişe bağlı koşullanmaların sonucuyla çoğunlukla isteklerimizi hayata geçirmeyi bazı duygu ve davranışlarımızla engelleriz. Eğer yaşamımız sadece bilinçli düşüncelerle şekillenseydi, hayatımızın her alanında başarılı olmamız kolay olurdu. Çünkü bilinçli düşüncelerimizi ve inançlarımızı yeni bir bilgiyle, okuduğumuz bir kitapla, deneyimlerimizin istenmeyen sonuçlarını gördüğümüzde, irademizi kullanarak değiştirebilirdik. Bilinçaltı inançlarımız özsaygımızı, ilişkilerimizi, iş hayatındaki performansımızı, zihinsel ve ruhsal sağlığımızı önemli ölçüde etkiler. Amaçlarımızı gerçekleştirmek için bilinçaltının desteğine ihtiyacımız var.

Kas testi nedir?

  Biyo-kompüter ya da kısaca kas testi olarak tanımlayabiliriz.
     Kaslarda dolaşan yaşam enerjisinin gücü, değişik duygu hallerinde, olumlu ve olumsuz inançlarda, hoşlandığımız, hoşlanmadığımız şeylerde, doğru ya da yalan söylediğimizde farklılık gösterir. Kaslardan aldığımız tepki ile bilinçaltımızdaki inançlarla ilgili test yapar, sorunlarımızın asıl nedenini bulur ve değiştiririz. Bilincimiz, amaçlarımızı net bir şekilde görmemizi sağlar.
     Bilinçaltı ve süper bilinçle bağlantıya geçerken amaçların netliği çok önemlidir. Bilinçaltı, davranışlarımızın, inançlarımızın ve değerlerimizin deposudur. Tepkilerimiz ve alışkanlıklarımız bilinçaltı tarafından kontrol edilir. Süper bilinç ise bilinç ve bilinçaltı arasındaki uyumu sağlar, rehberlik eder, bunların niyetlerini netleştirir ve gerçekleşmesi için anlamlı tesadüfler yaratır.
   İşte kas testi de, zihnimizin bu üç seviyesi olan bilinç, bilinçaltı ve süper bilinç ile bağlantı kurarak bir iletişim yolu sağlar. Ayrıca bu teknikler bilinçli bir şekilde hedeflerimizi belirlemeyi, bilinçaltı programlarını keşfedip amaçlarımıza uygun hale dönüştürmeyi, süper bilincin rehberliğinden ve bilgeliğinden yararlanmayı sağlar
  


İçsel Yalnızlık

     Yalnızlığı açığa çıkaran birçok neden vardır. Gerçekte ise, insanın yalnızlığı kalbinde taşıdığıdır. Şüphe hayatı dinamik kılmada çok etkin rol üstlense de bir yönü hep yalnızlığı işaret eder. Binlerce yılın sosyo-psikolojik sorunu olan (çoğalma) toplumsallık yalnızlığa ve yalnızlıktan doğan “zafiyetlere” çare olma iddiasındadır. Elde mevcut bulunan (bilinen) dinsel, felsefi,ahlaki değerler çoğunlukla yalnızlıktan korunmanın çareleri üzerine örülü ve kurguludurlar. Bu korku yoğunluğuyla katmanlaştırılan “toplumsallık” etkin, işlevsel ve vazgeçilmez kurguca düzene kavuştuğu an, insanın iç dünyasında ciddi parçalanmalara yol açar. Bundan olağan üstü vazife çıkaran ego hızla yeniden yapılanmaya girişir. Ve böylece binlerce yıllık “toplum için iktidar!” sublimasyonu hayatımızın “temel gücü” ve istenmeyen başat sorunu olarak varlığını sürdürür. Bilindiği gibi ezilen dünyanın büyük tanrısı Prometenin yalnızlığı da “toplumsallaşan iktidar” saikine dönünce yalnızlık, belirsiz bir olgu olarak “sosyal toplumun” “deliren” aşıklarının uğraşı haline geldi. Bütün tartışılır ve baskıya maruz kalan yönleriyle yalnızlık, bir iç kırgınlık, kenarda durma, yerilen “sevecenlikle” ötekileşen nesne halindedir. Bahsi edilen rant getiren, ışıldayan bir olgu değil, ne yapacağı belirsiz bir halin her an kendine kast edebilecek yoğunlukta kendini dışa vurma olasılığıdır…
     Kabul gören “yasal” formun toplumsal iktidar yanlısı etik ve hukuk yasası uygularken, kendini varetme uğraşında olan birey, bu analojik dayatmaya karşı iradi durumunu yoklama, ölçme ve bilinç kapasitesini öğrenme zorunluluğunu hisseder. Tarihsel ve güncel olaylardan çözümlemeli sonuçlar çıkarma ve en önemlisi de kendi varoluşunun bu tarihsel ve güncel olaylarla diyaletik ilişkisini bilme, öğrenme aciliyeti vazgeçilmez bir ihtiyaç haline gelir. İçerde, toplumsal erk dışında yalnızlıkta tercih yapmak böyle bir gelişimi uğraşını gerekli kılmaktadır. Var olmaya çalışan yalnızlık bu duygu ve bilinç gelişimini ödev haline getirir. Hayatın gerekli kıldığı diğer bir ödevde her an içerde olduğunu bilmektir. Ki her an bir anlam, her anlam bir an bulabilsin kendine. Herkesin mahpushanede var olma uğraşı içinde olduğunu söylemek zor. Ama insan bin bir kılıkla her sorunsalının üstesinden gelmeye çalışır; Bu “kapatılma” faaliyetinin işleyen içeriğini insan ancak, içselliğinin farkına vararak etkisiz kılabilir. Sırf içerde olmaktan dolayı insanın duygusal ve düşünsel dünyasına yapılan taciz ve saldırılar karşısında savunma oluşturmak kendini ölçüp biçmekle mümkün olur. Yoksa Ahmed Arif'in dediği gibi “Ejderha olsan kar etmez.” “Kapatılmışlığın” yarattığı bilinç ve duygu yanılsamalarını birey, kendi varoluş etkinliğiyle çözümlemeden (görmeden, tanımadan, bilmeden) kalbinde varolan o doğal yalnızlığı bulması, açığa çıkarması mümkün değil…
     Yalnızlığa sormuşlar “nerelisin” diye? “Kalpliyim” demiş. Doğrusu yalnızlık sonradan kazanılan bir edinim olmadığı için insanın kalbinde var olan bir şeydir. Sadece zaman ve koşullara bağlı olarak bazen his ediyoruz, bazen etmiyoruz, bazen unutuyoruz ve bazen de hiç unutmuyoruz. Mahpushanede bireyin hareket kabiliyeti resmi güç ilişkilerinden doğan hiyerarşik hengamelerle karşılaşınca o güne kadar ciddi bir tarzda fark edemediği yalnızlık endişe ve korku eşliğinde karşısına çıkar. Bu ilk şok ve endişe hali, yalnızlığı yüzeysel bir anlam karşılığında duvar çevrintileriyle tanımlamayı, simgeleştirmeyi dikte ettirir. Duvarların içerisinde endişe, korku ve yalnızlık var, duvarların dışında yok” dayatması; insanın kabullenmekte zorlandığı, belli oranlarda da kabul ettiği bir gösteri halini alır: öyle garip bir şey ki yaşanan caydırıcı bir illüzyondur sanki. Duvar ve ötesi; perdeyi ört duvarların içi, kaldır miami” denilerek iktidar sisteminin bütün ahlak dışı ilişkileri, bağlantıları görmezlikten gelinmekte ya gizlenmekte ya da unutularak kabul ettirilmektedir. Üzerine kapıyı kapatıp “yalnızlığa iten” aynı biçimde içinde bulunduğun zor durumdan seni ben kurtarabilirim havası yaratılır. Bazı “ünlülerin” komplike haline getirilen firarlarını ya da tahliyelerini hatırlamak yeterli olacaktır. Bu kabul ettirilmeye çalışılan emeksiz çıkarsama insan ruhiyetinde sorunların da başlatıcısı olmaktadır. En basit haliyle insanı iftiracı yapar, güce tapar hale getirir, sosyal ve kültürel sorunları ikna yolu ile çözme yerine binbir türlü şiddet oyununa ve ahlaksızlığa baş vurarak erk sahibi sisteme “çözdürtmeye” çalışır. Açık ve aleni olmak yerine her şeyi gizli kapaklı halletmeye çalışır. Samimiyetini yitirmiş bireyin, “yalnızlığı” maalesef güç ilişkisi üzerinde kurludur. Aslında yalnızlık biraz da içtenliktir. Kendimiz olmaya çalıştığımız en emektar yönümüzdür. Kendi kendimizle kaldığımızda çıkardığımız her ses, yaptığımız her hareket kendi içtenliğimizin işaretidir. Hayat ve insanlar karşısında iç tutarlılığımızdır. Mapushanede bu iç tutarlılığın dejenerasyonu, görünen simgelerle daha kolay ve çabuk olmaktadır. Hareket kapasitesinden doğan bu durum değerlendirmesi gösteri dışı gerçekliğin açığa çıkmasını da engellemektedir. İnsanın kendi içselliğinden kaçar ve şikayet eder hale gelmesi “ben önceleri böyle değildim, bu duvarlar yüzünden bu hallere düştüm, tanınmaz oldum” yakarışı, kendini bulma arayışı değil, kapatılma faaliyetine nesne olarak kendini katma hazırlığının retorik sözcelenmesidir. Mapushane kapısından ilk içeri girilen andan itibaren insanın ahlak ve duygusal düzeyi ve bütün işleyen bellek dağarcığı (artık ne kadarsa) önüne serilir. Dışarıda kendisine güvenen, cesaretli, heybetli halk içindeki tabiriyle “baba adam!”, ha deyince dağları devirdiğine inanan insan, dört duvar arasında ne kadar kendine güvensiz, korkak, iki yüzlü işe yaramaz bir çocuk olduğunu ayan beyan yaşar, tadar.  ‘Yalnızlık'( bu koşullardan kaynaklı da olsa) insan bunları yaşatan, gördürten bir olgudur; insan olduğumuzu hatırlatır daima.. Ya insan kendinden kaçacak ya da kendisiyle yüzleşecek neyi varsa, yoksa hepsini ortaya serip tek tek ayıklayarak, iç dünyasına dönüşü olmayan mümkün olmayan yolculuklara çıkar. Ta ki “toplum için iktidar” kültürünün hakim olmadığı bir kaos aralığı bulana kadar. Stephan Hawking her ne kadar sonradan yanıldığını söylese de, insanın yalnızlığı ulaşması ya da üstesinden gelmesi “bir karadelikten geçip farklı boyutlara” ulaşması gibidir. Oraya ulaşılıp-ulaşılamayacağı tartışma konusu olsa dahi… Bir takım sabit ve dayatıcı ölçülerden kopuşu (bu zihinsel, paradigmal, duygusal olur) gerçekleştirmeden yalnızlık hep yabancılaşma olgusu olarak insanın varlığın da kendisini devam ettirecektir. Bu üstesinden gelinmeye çalışılan şey insanın kendi kalbiyse (yalnızlığın eviyse) karmaşa ve paradoks bin kat daha büyür.
  Gerald Messadié “Aşk ve suç yaşamım” adlı kitabında “işte neden yaşayan ölülerle, sevdiğini ve nefret ettiğini zanneden ama duyguları yalnız kalma korkusuyla sürekli güdülenen insanlarla çevreleniyoruz” diye sorar. Sanırım içerde ve dışarıda sunulan bu hafif plastik korkular birbirine benzeşen bir toplum yaratmak içindir. Bu sunum insanın iç dünyası, onu yutan canavar olarak kabul ettirme uğraşındadır. İnsanın kendi yalnızlığından, öznelliğinden, kendisini, kendisi yapan zafiyetlerinden korkar hale gelmesi ve onları sürekli ötelemesi sanırım sıradan bir durum değildir. Bu korku heyalası, yalnızlığını giderme ihtiyacında olan bireye iktidar totemine tapmaktan başka yol gösterir mi? Mapushane de yalnızlığın bu “dokunaklı” hali, nesnel durum aktivitesi karşısında bir bocalama ve çözülme yaşar. İktidara yataklık tözüne bağlı kalan insan, özünü(kendini) bir garabet haline getirir. Mapusta yalnızlıkla yüzleşememenin en incitici tarafı da burasıdır. Ne olursa olsun eski haline dönme kararlılığı kendini kontrol altına alınmasından başka ne olabilir ki? Böyle açık Pazar haline getirilmeye çalışılan bir ruhtan ve bedenden hangi kurtuluş yol, düşünce ve yalnızlık çıkar. Bu noktada yaşanan aşklar, verilen sözler, hayatı değiştirmeye olan umutlar, inançlar yapay bir retorik olmaktan öteye gidemiyor. Zorla ya da gönüllü şekilde yapılması sonuçlar üzerinde olumlu bir etkide bulunmuyor. Dikte ettirilen düşüncenin, davranışın kullanım ve iş gören süresi de sınırlıdır. Dolayısıyla çoğu insanın, hapiste yaptıklarının öznel ve estetik bir değeri yoktur. Görücüye kırılgan tarzda çıkan nesnenin péşkeş olmaktan başka bir seçeneği var mı, ya da kendini kurban eden yüzlerce bireye tanık olmak, herkesin doğal realite gördüğü yalnızlığı baskı aracı olarak görmek yanıltıcı ve çelişkili olmayacaktır. Bilgi ve gerçekler dünyası bu kadar tartışılırken, mapushane de yalnızlığa atlantisten gelen adam muamelesi yapmak kırıcıdır. Önemli olan yanılsanmış bir durum içerisinde gerçekliği yalana boğmadan algılamaktır. Büyük tarihsel yanılsama yaşayan (toplum, din, bilim için iktidar isteyen) insanların dayatıcı, otoriter, tek taraflı ikna güçleri olması sebebiyle on-on beş yıl ya da daha fazla hapis yatmak yalnızlığı açıklamak için yeterli olmayacaktır. Ve neden bu kadar yalnızlığın üzerine gidildiği de bilinmeyecektir. Ancak içerde yatılan süre de insan ruhunun nasıl kepaze edildiği üzerinde durulabilir. İnsan kapalı bir kutudur, hiçbir zaman kendi içselliğini, hayallerini, düşlerini, düşüncelerini bütünüyle dile getirmez. Kendine saklayacağı muhakkak bazı kusurları vardır. Kusurlu olma utancı onu kapalı yapar. İçsel zafiyetlerinden utanan insan ne kadar aleni olabilir ki? Varlığın zafiyetinden utanması nedeniyle; bu ona binbir giysi kılar. Göstermeye çalıştığı her öznellik yıpranmış veya yıpranacak bir giysi olmaktan başka bir özellik taşımıyor. Aslında mapushanedeki bu duruma bilincinde olunan ve yaşayan travma demek doğru olacak. Nihayetinde çözümsüz devam eden bir süreçtir. Bu yaşanan yalnızlığın insan tercihiyle alakalı olmadığını, dışardan geldiğini, dayatıldığını söyleyebilecek kadar kendini görmezlikten gelebiliyor insan. Zafiyetinin olduğunu dahi kabullenmeyen bir insan, yalnızlık duygusunu nasıl ve hangi durumlarda kabul edebilir. Her fırsatta yalnızlığı bastırma ve yenilgiye uğratma arzusu içinde olmak kendi özüne sadakati nasıl açıklayabilir insan? Özünü yalanlayan biçim hayatın doğal ve doğru sonuçlarını nasıl algılayabilir?...
   Özetle, insanın toplumsallaşamama korkusu türsel bir travmadır. Belki bunu açıklayabilmek için 5-10 bin bir tarihi geçmişe değil, yüzbinlerce yıllık ve daha fazlası bir süreçten söz etmek gerekir. Yalnızlığın neden içsel olduğu ancak böyle bir geçmiş bilindikten sonra anlaşılır belki… Uygarlıklar hep zor, baskı ve didaktik nasyonlar içermişlerdir. İnsan, düşünmeye sevk eden çevre koşullarından sonuçlar çıkarmış, çözümlemeli yöntemler üretmiştir. Bu gelişim seyri insanın doğal yapısını ötelediği gibi onu her şeyde aşırı merkezci bir varlık haline getirmiştir. Dünyada yüzlerce nasyonal fikir bir arkaik uygarlıksal merkeze kendini oturtmaya çalışmaktadır. Uygarlıksal doğuşların merkezi ve mekanı haline getirilmeye çalışılan her nasyonal fikir; bir başka fikire yönelik militarist ve yok sayan bir darbe içerisinde olmasını görmek insanlığın nasıl bir sosyo patoloji yaşadığını anlaşılır kılacak. Tarihsel gelişim kültürün de, militarist hukuktan ve yoğunluktan başka güçlü bir veri elimizde yoksa, mapusta yalnız olmanın da önem gerektiren bir olay olduğu kanısında değilim…

Yalnızlığı kalbimizde arayalım lütfen.

Ufak Şeyleri Dert etmeyin

“Geçmişi düşünmeden, anı değerlendiren, geleceği de kazanır.”

Kafamızın sağlam olması büyük ölçüde, içinde bulunduğumuz anı ne kadar yaşayabildiğimize bağlıdır. Bir gün veya bir yıl önce neler olduğu, ya da, ertesi gün neler olabileceğinin önemi yoktur. Sizin var olduğunuz yer, içinde bulunduğunuz andır. Bu her zaman böyledir.

Ne var ki, çoğumuz birçok şeyi aynı anda dert etme sanatında ustalaşmışızdır. Geçmişteki sorunlarımız ve geleceğe yönelik endişelerimiz yaşadığımız ana hükmettikçe, biz de kaygılarla ve ümitsizlikle dolu bir bunalıma gireriz. Bu durumdayken hayattan zevk almayı, önceliklerimizi ve mutluluğumuzu ileri bir tarihe erteleyerek, gelecekte “bir günün” bugünden daha iyi olacağına inanmaya çalışırız. Ne yazık ki, şimdi bize geleceğe bakmamızı söyleyen zihniyet, bunu hep tekrarlar ve o “bir gün” bir türlü gelmez. Yaşam biz başka planlar yapmakla meşgulken, çocuklarımız büyür, sevdiğimiz insanlar bizden uzağa taşınırlar, kimi ölür, bedenimiz giderek biçim değiştirir; bu arada hayallerimiz uçup gidiyordur. Kısacası, hayatı ıskalıyoruzdur.

Çoğu insan hayatını, sanki gelecekte kullanacağı bir elbisenin provasıymış gibi yaşar. Oysa, hiç öyle değildir. Kimsenin yarın burada olacağına güvencesi yoktur. Sahip olduğumuz ve kontrol edebildiğimiz tek zaman, içinde bulunduğumuz andır. Aklımızı yaşadağımız ana verebilirsek, içimizden korkuyu atabiliriz. Bu korku gelecekte olabileceğinden kaygı duyduğumuz olaylardır… İleride parasız kalabiliriz, çocuklarımızın başı derde girer, yaşlanacak ve öleceğiz, diye duyduğumuz endişelerdir.

Korkuyla savaşmak için en iyi yol, dikkatinizi tekrar şimdiki zamana döndürmektir. Bundan böyle dikkatinizi bulunduğunuz yere ve o ana vermeye çalışın. Gayretinizin karşılığını fazlasıyla alacaksınız.

Ufak Şeyleri Dert etmeyin

Dr. Richard Carlson

Fakir ve eziktim, hangi kız bana bakar diye düşünüyordum ki...

   Kitapları onlarca baskı yapan, verdiği seminerlerde binlerce kişiyi toplayan Psikolog Doğan Cüceloğlu'na gördüğü ilginin nedenini sorduk. Aslında biz onunla sınav döneminde anne ve babaların çocuklara nasıl davranması gerektiğini irdeleyen son kitabı 'Başarıya Görüren Aile'yi konuşacaktık. Ama konu kendi yarattığı 'içimizdeki çocuk' kavramına gelince söyleşi saptı. Siz onun şu anki mutluluğuna bakmayın.
    Zamanında içindeki çocuğu hep mutsuz kıldı. Hele konu kadınlar olunca! Psikolog olması, hayata ve bireye dair gerçekleri kabul etmesi ve Amerika'da yaşadığı günlerden kalan deneyim onu bugün mutlu olduğu kadar çevresine de mutluluk dağıtan biri haline getirdi. En popüler olan kitabı 'İçimizdeki Çocuk'u yazalı yıllar oldu. Ama siz hâlâ çocuğun sesine kulak veremiyorsanız Cüceloğlu'nu mutlaka dinleyin.
    Var olanı yargılamak salaklık, ahmaklıktır
    Hocam kitaplarınıza, özellikle de seminerlerinizde size olan ilgi hiçbir zaman azalmıyor. Söylediklerinizi başkaları da söylüyor ama onlar sizin gibi insanları toplayamıyor çevresinde. Siz bu durumu neye bağlıyorsunuz?
    Varoluşuma bağlıyorum. Benim anlattığım bilgi varoluşumla ilgili. Öğrendiklerimi yaşadıklarımla sentezleyip insanlara anlatabiliyorum. Bunun dışında, tahmin ediyorum ben insanları yargılamıyorum. Bunu da beni sevsinler diye yapmıyorum. Bana göre hayatta yargılanacak bir şey yok. Varolan bir şeyi yargılamak salaklık, ahmaklıktır. Yapılan şey bir gerçektir. Anlamak lazım insanları. Böyle yorumladığım için, beni dinleyen kişi yaptığı şeyin kendi kafasına göre ne kadar anlamlı olduğunu düşünüyor ve rahatlıyor. En önemlisi kendiyle olan ilişkisinde kabule doğru gidiyor. Kendini suçlama, sevmeme, kendine yabancılaşma, uzaklaşma durumu ortadan kalkıyor. Bunu hissediyorlar. İçlerindeki bastırılmış ve kendilerine dönük olan sevgi; çevreye, hayvanlara, kuşlara yöneliyor. Belki de o nedenle beni seviyorlar.
   İnsanlara mutlu olmalarını, içlerindeki sevgiyi çıkarmalarını söylüyorsunuz sürekli... İşler yolunda gitmediğinde de bu mümkün mü? Seminerinize kimse gelmese, kitaplarınız satmasa, çocuğunuzla sorunlar yaşasanız da yine böyle şekerden sarhoş olmuş arılar gibi uçabilir miydiniz? 
     Bayağı tokat yedim hayattan. Sartre'ın bir sözü var: "Yaşamın anlamı yaşamı nasıl yaşadığınızda yatar" diyor. Şimdi burada ben buna savaşçı tutumu diyorum. Bir tek şeyimiz var yaşamak. O da bize verilmiş zaman. Ben kendimle olan ilişkimde eğer kendime "ben elimden gelenin en iyisini yaptım, elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım" diyebiliyorsam artık coşkuluyum. Aksi halde akıl hastanesine giderim. Bu şekilde yaşarsanız gerçeği bulursunuz. Bir de en önemlisi gerçeğe saygı. Gerçek benim için en kutsal şey. Diyelim ki bir davranışta bulunmuşum ama hata yapmışım. Hatam bir gerçek ama egomdan dolayı bunu görmüyorum. Bu noktada hatamızla, kırdığımız kişiye "Hata yaptım, özür dilerim size şöyle bir zarar verdim, onu gidermek için elimden geleni yapacağım" diyebilirsek özgürüzdür artık.
    Herkes kendi gerçeğini yaşıyor hem de aynı ortamda ve sorunlar çıkıyor. Ne yapacağız bu durumda peki?
   "Ben senin gerçeğin yanlış" dediğim andan itibaren üç seçenek çıkar. Birincisi savaş, ikincisi dövüş, üçüncüsü ise güreş. Üç ihtimal var, üçü de kötü. Karşıdakinin gerçekliğini kabul etmiş olmak seninkinin yanlış olmasını gerektirmez. Şimdi, suya cıvık diye karaktersiz demek olur mu! "Nedir bu su ya, su ne biçim şey ya, şuna bak lık lık lık dökülüyor... Karaktersiz işte, dökülen kabın şeklini alıyor, kokusu da yok. Allah belasını versin!" desem kabahat suda mı bende mi? Çocuk ayağını taşa vuruyor sonra ağlamaya başlıyor biri geliyor taşa vuruyor 'eh eh eh' diye... Ne kadar saçma bir şey.
    Günlük yaşamınızda 'içinizdeki çocuğa kulak veremediğiniz oluyor mu?
   Oluyor tabii, bazen karşımdakinin acı çekmemesine, kendi onurunu, saygısını kaybetmemesine özen gösterim. O zaman çocuğu dinlemiyorum. Akşam eve gidince "B.k gibi bir gün geçirdim, niye böyle oldu diye" düşünürüm. Sonra içimdeki sesi dinlemediğimi fark ederim.
   Peki kitap yazarken neyi ele alacağınıza kim karar veriyor? Yayıncı mı, içinizdeki çocuk mu?
   Genel olarak yaşamımdaki sorunları keşfetmeye başladığım zaman 35-40 yaşlarındaydım. "Ben yaşadığıma göre başkaları da bu sıkıntıları yaşar" dedim ve bunları paylaşmaya başladım.
   Kitaplarınızda hiç karşı cinsle olan ilişkileri, aşkı ele almıyorsunuz. Memlekette dokuz ay birbirine bakmaktan öteye gidemeyen var. Niye bu konuyu irdelemiyorsunuz? 'İçinizdeki çocuk' hiç sıkıntı çekmemiş anlaşılan.
    Şimdi, güzel bir tespit. Seni Allah gönderdi galiba. Evet bunu yazmalıyım. Ben fakir bir ailenin 11 numaralı çocuğuyum. O nedenle de bayağı zorluk çekerek okudum. Giyim, yeme, içme hep eksik kaldı ve kendimle ilişkimde aşağılık duygusu vardı. 'Kim benim yüzüme bakacak' halini yaşadım hep. Hiçbir kıza açılamadım. Ondan dolayı hep eziklik duygusu yaşadım. Sonra farkına vardım ki hepsi benim kafamda yarattığım bir öyküydü. Kızlarla alâkası yoktu. Psikoloji bölümüne girdiğimde oraya felsefe öğretmeni olacak olanlar giderdi. 100 öğrenciden 90'ı kızdı. 10 erkek öğrenciden 8'i asker kaçağıydı. Yani ben ve Erol Güngör vardı psikolog olmak isteyen. Zaten ikimiz de asistan olduk sonra. O kadar siliktim ki! Çünkü 13 yıl önce ağabeyimin giydiği ceketle, kravatla gittim okula. Kafam üç numaraya vurulmuş... Sınıfta İstanbullu kızlar çoğunluktaydı ve yüksek sosyo-ekonomik çevredendi onlar. Amerikan Koleji, Dame de Sion gibi okulları bitirmişlerdi. Dahası yabancı ülkeye gitmiş gelmişler, üçüncü dördüncü sınıfta eğleniyorlardı zaten.
    İçinizdeki çocuk ne fena anlar yaşamıştır!
    Hem de neler. Hiç şansınız yoktu. Hatta hatırlıyorum, ilk derste karşıma Sait Faik Abasıyanık'ın yeğeni oturmuştu. Ay bir gözleri var, bir çift güzel göz! Derin dekolteli bluz giymiş, göğüsleri tomurcuk tomurcuk böyle. Hangi dersti, hoca kimdi, hiçbir şey hatırlamıyorum. Sadece göğüs ve göz aklımda kaldı. Ve o günlerde hep şu duyguyu yaşadım 'o kız yıldızlar kadar uzak benden.' Elimi uzatsam dokunabileceğim, ama psikolojik olarak yıldızlar kadar uzak ve bir şey yapamıyordum. Müthiş bir eziklik duygusuyla Amerika'ya gittim yüksek lisans için. Ve benim kız arkadaşım hiç olmadı.
   Amerika'da da mı?
   Yok, Türkiye'de. Amerika'ya gittim, Amerika'daki kızlar beni tedavi etti.
   Kızların verdiği seminere giderek değil herhalde?
   Arsızlar! 'Hi, how are you' deyip gözüyle, başıyla işaret ediyorlar. Ben ilk başlarda arkaya bakıyordum, bana yaptıklarını düşünmüyordum. Sonra anladım. Tedavi böyle oldu..
   O yüzden Amerika'da yaşayan bir başka oluyor memlekete dönünce! 
   Bizim kültürde erkeğin kendisi değildir. Kariyeri, sahip oldukları şu, bu. ABD kültürü içinde bunlar kimsenin umurunda değil. Bakınca hoşuna gidiyor mu gitmiyor mu hadisesi.
   Bu deneyimlerinizi de kitap yapsanız, ilişkilerde aslolanın ne olduğunu ortaya koysanız. Ülkenin çehresi değişse güzel olmaz mı? Hepimiz Amerika'ya gidemeyiz ya! Gitsek bile hayat durur. Ülkede ne gazete çıkar, ne banka çalışır, ne akademik hayat sürer!
   Bu konuyu kitap yapacağım, seni bana Allah gönderdi. Türkiye'de genellikle oğlan kızın içindeki özle değil kız vasıtasıyla yakalandığı öykünün içinde. Kız da oğlanı araç olarak kullanmış bir öykünün içinde.
    Türkiye'ye dönünce tabii daha bir mutlu hayatı kucaklamışsınızdır...
   Geçen aylarda ikinci evliliğimi yaptım. Eşimin ikinci evliliğinden olan bir kızı var. Ergenlik çağında, onun ergenliğini de gözleme imkânı buluyorum. Çok tatlı bir ilişkimiz var. Numara yok.
    Çok etkileyici konuşuyorsunuz... Seminerlerinize gelip de size âşık olan bile vardır. Hem psikologsunuz, hem Amerika deneyimi...
   Şimdiki eşimle bir konferansımda tanıştık. Oluyor abi, ara sıra. Şanslıyız o bakımdan. Şakalaşıyoruz, geçiyor işte.
   ANNE BABALARIMIZIN HAYATLARI PALAVRA
   Son kitabınızda sınavlara hazırlanan gençlere anne babaların nasıl davranması gerektiğini anlatıyorsunuz. Kitapta 'yaşam başarısı' üzerinde çok duruyorsunuz?
  Peki bir insanın yaşam başarısı için sınavları kazanması şart mı?
  Tabii ki değil. Üniversiteyi kazanır, iyi bir iş bulur, hatta iyi bir evlilik yapar ama yine de yaşam başarısına sahip olamayabilir. Eğer bir insan yaptıklarının bilincindeyse, yaptıkları ona keyif veriyorsa ve mutluysa başarılıdır.
   Bir de kişi mutlu olmasına rağmen, anne babaları çocuklarının hep mutsuz olduğunu düşünüyor... Örneğin benim bir arkadaşım var hayatından çok memnun. Ama annesi her gün ağlıyor. "Oğlum askere gitmedi, oğlumun arabası evi yok, oğlumu kadınlar bitirdi"... O da ayrı bir sıkıntı.
    Milyonlarca genç bu sıkıntıyı yaşıyor. Anne ve babam mutsuz diye üzülüyor. Kendileri bile mutluluklarından emin olamıyor bu yüzden. Anne baba her şeyi iyi bilir ya! Asıl gerçek, anne babalarımızın hayatının palavra olması ama farkında değiller. İstiyorlar ki çocukları direksiyona geçmesin, hep biz kullanalım arabayı. Oysa çocuklarının keyif alacağı şeyi, mutlu olacağı yaşantıyı onlar bilemez. Çocukları mutluysa tamamdır, gerisi boş şeyler.
   Yani gençler anne babamız mutsuz diye üzülmesinler. Yaşamlarına devam etsinler. Anne babalar da kendi yapmak istediklerini çocuklarına yaptırma isteğinden vazgeçsinler.
SINAV DÖNEMİNDE ANNE BABALAR NELER YAPMALI?
   Doğan Cüceloğlu'nun Remzi Kitabevi'nden çıkan son kitabı 'Başarıya Götüren Aile'de sınav döneminde anne babaların çocuklarına nasıl davranması gerektiği konusu inceleniyor. Cüceloğlu, anne ve babaların şu dört soruyu kendilerine sormaları gerektiğinin altını çiziyor:
  • Çocuğum yapacağı işin bilincine vardı mı?
  • Çocuğum yapmak istediklerini besleyen bilgiyi araştırıyor, keşfediyor, özümsüyor mu?
  • Çocuğum, bilgisini sınamak için gerekli becerileri kazanıyor mu, bilgi ve becerisini eyleme dönüştürüyor mu?
  • Çocuğum elde ettiği sonuçlardan ders çıkararak, daha iyisini yapabileceğinin farkına varıyor mu?

   Doğan Cüceloğlu İmzası Kullanıyorum

   Deneysel psikolojiyi bırakıp popüler psikoloji yaptığınız için eleştiriyorsunuz...

   Ben akademik kimliğimi kullanarak sadece bir kitaba imza attım: İnsan ve Davranış. Sonra bir karar aldım ve kendimi Türk çocuklarına sağlıklı ortam yaratmaya adadım. Bundan sonra da kitaplarıma sadece Doğan Cüceloğlu imzası kullandım. Beni eleştirenleri saygıyla karşılıyorum ama anlamış değilim. ABD'de nörofizyoloji alanında Nobel alan bir bilim adamı bile çalışmalarını halkın anlayacağı bir dille yayınlıyor.

Yazan : Aykut Aykanat

Pazartesi Sendromu

Hocamız bize zamanında şöyle demişti ,
''Kendiniz de olmayan bir şeyi, başkalarına veremezsiniz.
Sen de olmayan bir şeyi de Evrenden isteyemezsiniz''

Başta çok sinir bozucu bir kural gibi geldi bize, ama güzelliğini sonradan çok iyi anladık.
Gel bu kuralı SEVGİ için uygulayalım bu Pazartesi.

İki kişi düşün şu an. Hayatında olduğu için mutlu olduğun, şükrettiğin, zevk aldığın AMA durup dururken onlara şöyle mesajlar göndermediğin;

- Seni çook seviyorum.
- Varlığın için çok şükrediyorum.
- İyi ki bu Pazartesi günü sen hayatımdasın.

Şimdi, durup dururken, hiç bir şey olmadan onlara bu veya senin aklına gelen buna benzer bir mesajı gönder.

Sevgi mi istiyorsun hayatında ,
Önce sen vereceksin.
Bir dene, sonra bak enerji nasıl tavan yapıyor.

Biz, hayatımızda olduğun için çoooook şükrediyoruzzzz.

Aykut & Esra ve kediler

Kişisel Gelişiminiz için neler yapabilirsiniz?

    Kişisel gelişimin en önemli noktası kişinin kendisini en iyi şekilde tanımasından geçer. Kendinize şu soruları sorun: Kendimi hangi konuda eksik hissediyorum? Hangi durumlarda problem yaşıyorum?
   Kendinize seminer planı yapın! Kişisel gelişim seminerlerinin neler olduğunu öğrenin ve bunları bir kağıda yazın. Daha sonra ben şu konularda eksiğim ve eğitim almam gerekir dediğiniz seminerlere katılmaya çalışın. Okuyun! Her ay en az 3 adet kişisel gelişim kitabı okuyun. Çünkü bu kitaplar kendinizle ilgili en yeni araştırmaları ve bilgileri size verecektir.
   Amacınız ne? Kendinize hayat amacı belirleyin. Şu anda yaşadığınız hayatı gerçekten yaşamak istiyor musunuz? Eğer yaşamak yaşamak istemiyorsanız neler yapmanız gerektiğini kendinize sorun ve öğrenin. Asıl hedefe kilitlenin! Yaşadığınız küçük başarılara yoğunlaşarak ulaşmak istediğiniz büyük başarıların engellenmesine izin vermeyin. Kolay olanla başlayın! Yapamayacağınız şeyler üzerinde fazla yoğunlaşmayın.
    Motivasyon... motivasyon! Kendinizi ve başkalarını motive etmenin yollarını öğrenin ve mutlaka hayatınızın her kademesinde ihtiyaç duydukça bunları uygulayın. İpler elinizde olsun! Her gününüzün ve hatta saatinizin kontrolü sizde olsun. Hatalarınızdan ders alın! Onları, sizi başarıya ulaştıracak hatırlatmalar olarak görün.  Kendinize inanın! Elinizi kolunuzu bağlayan inançlar değil, güçlendiren inançlar seçin.
    İletişime dikkat! İnsan ilişkileri, hitabet ve beden dili konusunda mutlaka eğitimler alın. Düşleyin! Hayal kurmaktan korkmayın. Çünkü hayal gücü insanın en önemli silahıdır.

Kaynak : www.yenibiris.com

Başarı Üzerine Söylenmiş Güzel Sözler

Nerede olursanız olun, elinizdekilerle yapabileceğinizi yapın. Theodore Roosevelt
İnsan sahip olduklarının toplamı değil, fakat henüz gerçekleştiremediklerinin toplamıdır. Jean Paul Sartre
İnsanın yaşam düzeyini bilinçli bir çabayla yükseltme konusundaki tartışma götürmez yeteneğinden daha cesaret verici bir gerçek bilmiyorum. Henry Davıd Thureau
Başarı bir yolculuktur, bir varış noktası değil. Ben Sweetland
Ahlak konusunda en önemli dersler kitaplardan değil, yaşanan deneyimlerden alınır. Mark Twaın
Deneyim düşüncenin, düşünce ise eylemin çocuğudur. B. Dısraelı
İnsanlar öğrenme dürtüsüyle doğarlar. Öğrenmeye karşı merak ve bundan duyulan zevk insanın doğasında vardır. Bunlar bebeklikten başlayarak zamanla yok edilir. W.E.Demıng
Coşku, zekadan daha önemlidir. Albert Eınsteın
Düşünmek ve söylemek kolay, fakat yaşamak, hele başarı ile sonuçlandırmak çok zordur. Ziya Gökalp
Başarının sırlarından biri, geçici başarısızlıkların bizi yenmesine izin vermemektir. Mark Kay
Yapabildiğimiz herşeyi yapsaydık, buna kendimiz bile şaşardık. Thomas Edison
Başkaları için duyduğun kaygı, kendin için duyduğun kaygıların önüne geçtiği zaman olgunlaşmışsın demektir. John Mac Noughton
Zenginlik ve güzellikle birlikte bulunan ihtişam geçicidir ve kolay zedelenebilir. Erdemse muhteşem ve ölümsüz bir servettir. Sallust
Başkaları yararına iyi bir şey yapmak görev değil, zevktir. Çünkü sizin sağlık ve mutluluğunuzu artırır. Zoroaster
Bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir. Sokrates
Engeller beni durduramaz, her bir engel kararlılığımı daha da güçlendirir. Leonardo da Vinci
Üstelemek başarının temel unsurudur. Kapıyı yeterince uzun süre ve yüksek sesle çalarsanız, birilerini uyandıracagınızdan emin olabilirsiniz. Henry Wadsworth Longfellow
Bir kitap bir aynadır. Ona bir eşek bakacak olursa karşısında elbette bir evliya görmez. Goergo C.Lıchtenberg
Öykü sözcüğünün kökeni depo kelimesidir. Bu nedenle öykülerin birer depo oldukları söylenebilir. Şeyler öykünün içinde saklanırlar ve bu şeyler anlamdır. Mıchael Meade
Çömez yakınıyormuş: "Bize öyküler anlatıyorsun ama anlamlarını açmıyorsun." Usta yanıt vermiş: "Biri sana meyveyi çiğneyerek ikram etse hoşuna gider miydi?" Paul Brunton
Oğlum, bütün hayatımı kolların ve ayakların belirlemeyecek. Hayatına asıl yön verecek olan beynin ve kalbindir. Bir şeyi gerçekten istiyorsan, bütün engelleri yenip ona ulaşabilirsin. Shelton Skelton
Dünyanın acı ile dolu olduğu doğrudur ama bir çok insan da bunun üstesinden gelmektedir. Helen Keller
Büyük düşler kuranlar düşlerini gerçekleştirmez, aşarlar. Alfred Lord Whıtehead
Arzu varsa çözümde vardır. Anonim
Olumsuz düşünceleri zihinsel canavarlar halini almadan önce yok edin. Anonim
Sizi korkutan her deyim size güç, cesaret ve güven kazandırır. Kendinize "Ben bu dehşeti yaşadım. Bundan sonra gelecek şeylere hazırım" dersiniz. Eleanor Roosevelt
Kimi insanlar yaşamımıza girer ve çıkarlar. Kimileride bir süre yaşamamızda kalır ve kalbimizde ayak izlerini bırakırlar, o zaman bir daha asla aynı insan olamayız. Anonim
İnsanın ruhu felç olmaz. Soluk alabiliyorsanız, düş de kurabilirsiniz. Tavuk suyuna çorba

Alışkanlıklarımızın emrindeyiz

   Farkında olalım ya da olmayalım; hayatımızı alışkanlıklarımız yönetiyor. Seçimlerimizin sadece %5′ini rasyonel olarak, düşünerek yaparız. İnsanda alışkanlık yaratan her şeyin kendine göre bir nedeni, bir mantığı vardır… Her akşam seyrettiğiniz televizyon kanalını neden seyrediyorsunuz? Neden evinizdeki masada hep aynı sandalyeye oturuyorsunuz? Sabah kalktığınızda davranışlarınız neden hep aynı kuralları izliyor? Her gün sabahtan akşama tekrar tekrar yaptığınız bu davranışlarınızı sanki bir tören kuralıymış gibi yaptığınızı biliyorsunuz değil mi? Hatta bu davranışlarınız engellenecek olursa fena halde huzursuz olacağınızı da…
     Hepimizin hayatı alışkanlıklarla dolu. Alışkanlıklarımızı biz oluştururuz ama sonrasında alışkanlıklarımız bizi biz yapar; hayatımızı yönetir. Alışkanlıkların faydalısı da zararlısı da son derece güçlüdür.
    Bizim her türlü davranışlarımızı -kimi araştırmacılara göre %95′ini- alışkanlıklarımız yönetir. Hayatımızın yönlendiren neredeyse tüm seçimlerimizi alışık olduğumuz şekilde yaparız. Seçimlerimizin sadece %5′ini rasyonel olarak, düşünerek yaparız.
     Hayatımızın büyük bölümünü ‘düşünmeden’ yönetmek bize atalarımızdan kalmış milyonlarca yıllık bir miras. Evrimsel biyoloji bize beynimizin güvensiz bir ortamda, tehlikeyle baş edebilmek ve hayatta kalabilmek üzere tasarlandığını ve hayatta kalmak gibi önemli bir konuda aklımıza değil sezgilerimize daha çok güvendiğimizi söyler. Bu nedenle nasıl tehlikelerden kaçmak ve hayatta kalmak için hiç düşünmeye ihtiyacımız yoksa; günlük hayatımızı sürdürmemiz için de düşünmeye pek fazla ihtiyacımız yoktur.
    Bu gerçek bazılarımızı rahatsız edebilir; ama maalesef (ya da ne iyi ki) işin aslı bu.
   Hepimiz bir çok konuda “düşünmeden”, zihnimizde oluşmuş kalıplardan ve kısa yollardan (heuristics) hareketle karar alır ve harekete geçeriz. Zihnimizdeki bu kısa yolların hepsi bizim alışkanlıklarımızı oluşturur.
Neale Martin’e göre bizi normal olarak alışkanlıklarımız yönetir; aklımızla karar verdiğimiz durumlar ise istisnadır. Kulağa ters geliyor olabilir ama ben bu görüşe yüzde yük katılıyorum. Uzun yıllardır girdiğim her toplantıda, yazdığım her yazıda hep bu görüşü savundum.
       Alışkanlıklarımız bizi yönetirlerken, “sorun-çözüm” “sıkıntı-rahatlama” ya da “açlık-tokluk” gibi neden sonuç ilişkileri üzerine hiç düşünmeden kısa yollar (heuristic) kullanır.
     Günlük ritüeller hayatımıza rahatlık ve anlam katar. Alışkanlıklarımızın derin bir anlamı vardır. BBDO Grubu tüketicilerin gündelik hayattaki törenselliklerini araştırmak üzere yaptığı çalışmada (Daily rituals of the world) günlük ritüellerin bizi bir duygu durumundan diğerine taşımada çok güçlü olduğunu ortaya koyuyor.  Uykudan uyanır uyanmaz başlayan, sabah evden çıkmadan önce dışarıda geçirdiğimiz bütün saatlerde, eve döndüğümüzde, yatağa yatıp uykuya geçene kadar yaptığımız her işi bir tören yapar gibi yapıyoruz. Bu törenler aynı zamanda hayatı anlamlı kılmamızın da bir yoludur.
Hayatımızın her aşamasında bu günlük alışkanlıklarımız bize fiziksel, duygusal ve sosyal bir rahatlık ve güven sağlar.
     Çocukluğumuzdan beri işler “alışa geldiğimiz gibi” yürüdüğü sürece kendimizi güvende hissederiz.
    Sadece her gün tekrarladığımız davranışlarımız değil, kullandığımız markalar da bizim vazgeçemediğimiz alışkanlıklarımızdır.
   Fakat bize neyi neden yaptığımız sorulduğunda hemen farklı bir tutum takınırız. Hiç birimiz yaptıklarımızı hiç düşünmeden yaptığımızı söyleyemeyiz. Bize çocukluğumuzdan beri her yaptığımızın akılcı bir nedeni olması gerektiği öğretildiğinden, bir davranışımızın nedeni sorulduğunda hemen akılcı bir “neden” buluruz.
alışkanlıklarımız
    Biz bir giyim mağazasından ‘normal’ olarak bir alışveriş yaparız fakat daha sonra bize birisi neden söz konusu alışverişi yaptığımızı sorduğunda; aklımız bu alışverişi neden yaptığımızı düşünmeye ve ona mantıklı bir neden bulmaya çalışır. Oysa bu davranışın arkasında hiçbir “mantıklı” sebep olmayabilir.
Bu sebeple araştırmalarda tüketicilere “Neden?” sorusunu sormak, aslında, tüketicileri doğal davranışlarından uzaklaştırmak demektir. “Neden?” sorusu karşısında hemen herkes “kabul görecek bir cevap” bulmaya çalışır. (Son yıllarda beynimizin gizleri çözüldükçe araştırma yapmanın da ne kadar zor olduğu daha iyi anlaşılır oldu. Ben araştırmaların insan davranışlarını, duygularını ve en önemlisi alışkanlıklarını çözecek şekilde yeniden tasarlanması gerektiğini düşünüyorum.)
    Tüketicilerin “gündelik törenlerini” (ritüeller), onlarda güvenli bir ruh hali yaratan alışkanlıklarını anlamak, pazarlama disiplininin özünü oluşturur.
   Büyük çoğunluğumuz yeni bir şeyler öğrenmek yerine bildiklerimizden hareketle bir seçim yapıp, risk almadan, kısa yoldan çözüm sağlamak isteriz. Ama şirketler bu basit gerçeği görmezden gelir. Bugün piyasaya çıkan yeni ürünlerin yaklaşık yüzde 80′inin başarısız olmasının en önemli sebebi, şirketlerin tüketicilerin alışkanlıklarını hiç anlamamış olarak, onlara yeni bir ürün satmaya çalışmasıdır.

Aslında bizim insan olarak davranışlarımız son derece aşikar değil midir?

  Yerleşik alışkanlıkları kırmak, davranışları değiştirmek zordur; hatta çok zordur. Birçok konuda “doğru olanı” bilsek bile bunu bir türlü hayata geçiremeyişimizin sebebi de bundan kaynaklanır. Bir ürünün pazarda tutmasının da ilk şartı tüketicilerin yaşamlarındaki mevcut alışkanlıklarını anlaması ve onları nasıl değiştirebileceğini kurgulamasıdır.
    Pazarlama bir markanın tüketicide nasıl alışkanlık yarattığını anlamak ve bu durumu yönetmek üzerine kurulu bir disiplindir. İnsanda alışkanlık yaratan her şeyin kendine göre bir nedeni, bir mantığı vardır. Biz farkında olmasak da son derece güçlü nedenlerden dolayı tekrarlanan davranışlarımız kemikleşir ve alışkanlık yaratarak bizim etrafımızda bir konfor çemberi yaratır (comfort zone).
Bugün artık -fMRI sayesinde- tüketicilerin mantıklarıyla karar vermediklerinden yüzde yüz eminiz. Bu nedenle tüketicilerin mantığına hitap eden reklamlar yapmak, hiç olmayacak bir duaya âmin demektir.
İnsanların mantıklarına seslenmek yerine markaların yapması gereken, tüketicilerin alışkanlıklarına odaklanmaktır. Bunu yapmak için, tüketicilerin günlük hayatlarına girmek ve kendi evlerinde, gündelik yaşamlarında, bir anlamda “mahremiyet sınırlarının içinde” neler yaptıklarını anlamak demektir. (Etnografik araştırma)
    Alışkanlıklar ne kadar güçlüyse tüketicilere bu alışkanlıklarını sorgulatmak da o kadar zordur. Eğer bir marka tüketicide sağlam bir alışkanlık yaratmışsa rakiplerin işi zorlaşır. Bu nedenle bir piyasadaki lider markanın müşterilerini elde etmek çok zordur.
    Liderden müşteri almak için, onların mevcut tüketim alışkanlıklarını kırmak gerekir. Onlara neyi neden yaptıklarını sorgulatmak gerekir; ama bunu yapmanın yolu katiyen “Ey tüketici ! Sana daha iyi bir teklifim var.” diye bağırmak değildir.
    İş dünyası hala tüketicilerin rasyonel davrandıklarını düşünüyor ve bu nedenle her yıl milyarlarca lira reklam ve yeni ürün çabaları olarak sokağa atılıyor.
    İş dünyasının insan doğasını anlaması ve bunu kabul etmesi neden bu kadar zor? Neden hiç var olmamış, rasyonel bir tüketici ütopyası yaratıp onun uğruna zamanımızı, emeğimizi, paramızı sokağa atıyoruz? Son derece yalın gerçekleri anlamak için daha ne kadar zaman geçmesi gerekiyor?

Daha ne kadar başarısızlık ve para kaybı gerekiyor?

   Aslında zihinlerindeki koşullanmaları kaldırabilseler insan doğasının bu aşikar gerçeklerini onlar da görecekler ama şirket yönetim odaları onları değiştiriyor. Keşke karar alırken tüketicilerin etten kemikten yapılmış birer insan olduklarını hatırlasalar.

Yazan : Temel Aksoy

Doğru Zamanda, Doğru yerde, Doğru Soruyu sor hayatın değişsin!!

   Doğru kullanıldığında sorular, iletişimin en önemli silahıdır. Neden soru sorduğumuzu ve ne kadar bilgi almak istediğimizi bilmeli, sorularımızı buna göre şekillendirmeliyiz. Hiç diğer insanlara sorularınızı nasıl yönelttiğiniz üzerine düşündünüz mü? Sorular iletişiminizin ve kendinizi diğer insanlardan ayırma biçiminizin çok önemli bir bölümünü oluşturur. Sorular yoluyla bilgi alır, ilgi duyduğumuzu belirtiriz. Sorular aynı zamanda konuşmayı sevmeyen insanlarla iletişime geçmenin de başlıca yoludur. Ancak unutmamak gerekir ki soruların tek işlevi bilgi transferi değildir; aynı zamanda duygu transferini de sağlarlar. Bu yüzden iletişimde soruları etkin bir şekilde kullanabilmek çok önemlidir.
Soru sorarken bu 5 hataya düşmeyin!
   Soru sorarken aşağıdaki beş hataya asla düşmemeye özen göstermelisiniz.
1. Eğer alabileceğiniz yanıta hazırlıklı değilseniz veya başa çıkabileceğinizden emin değilseniz asla soru sormayın. Karşınızdaki insan haklı olarak “O zaman niye sordu ki?” diye düşünecektir.
2. Bir soru sorduktan sonra aldığınız yanıtı asla eleştirmeyin veya onunla alay etmeyin. Başka insanlarla alay etmek hiçbir zaman akıllıca bir davranış değildir ama birisi sorunuzu yanıtlama inceliğini gösterdikten sonra onunla alay etmek özelikle aptalca olacaktır. Çünkü o kişi bir daha sorunuza yanıt vermez.
3. Ciddiye almayacaksanız, kimseden tavsiye istemeyin Eğer kararınızı zaten verdiyseniz, yorum istemeyin.
4. Eğer yanıtı zaten biliyorsanız veya duymak istediğiniz yanıt çok açıksa soru sormayın. Duygularınızı incitmemek adına kimseyi yalan söylemek zorunda bırakmayın.
5. Sizi ilgilendirmeyen konularda soru sormayın. Soru sorma nedeninizi düşünün ve eğer iyi bir nedeniniz yoksa, sormayın. Alacağınız bilginin ne işinize yarayacağını değerlendirin. Birisi size uygunsuz bir şey sorduğunda da ona, bilmesini istediğinizden ya da gerçekte bilmek istediğinden daha fazlasını söylemeyin.

Dinlemeyi biliyor muyuz?

Dinlemekte en önemli şey o anki ruh halimizdir. Fırsatımız varsa kendimizi gözden geçirip eğer uygun değilsek karşımızdakine bu konuşma için uygun bir ruh halinde olmadığımızı söyleriz. Şartlar uygun değilse bize aktarılanları tarafsız bir şekilde kayda alır daha sonra tekrar gözden geçirebiliriz. Hayatta bizi meşgul eden çok şey vardır. Yapılan rutin işlerin, alışkanlıklarımızın dinlememizi sekteye uğratan birçok meşguliyetimizin dinlememize engel olmasına müsaade etmemeliyiz. 
Adam doktora gider:
“Doktor Bey, galiba karımda işitme kaybı başladı. Ne yapabiliriz?”
Doktor:
“Eve gittiğiniz zaman, karınızın arkasında, biraz uzakta durun. Normal bir sesle ona soru sorun. Eğer sizi duymazsa biraz daha yaklaşın ve sorunuzu tekrarlayın. Hangi mesafede duyduğunu tespit edelim, ona göre bir tedavi uygularız.”
Adam eve döner. Karısı mutfakta yemekle uğraşmaktadır. Adam mutfağın kapısında durur ve normal bir sesle:
“Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?” diye sorar. Karısı cevap vermez. Adam bir iki adım atar ve bir kez daha sorar:
“Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?”
Karısı yine cevap vermez. Adam kadının dibine kadar gelir ve tekrarlar:
“Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?”
Karısı öfkeyle dönerek cevap verir:
“Üçtür köfte diyorum ya!”
Bir arkadaşım bu fıkrayı anlatınca iletişimle ilgili yazdıklarımı gözden geçirme ihtiyacı duydum ve gördüm ki hem iletme üzerinde durduğumu fark ettim ve bu yazımda dinleme üzerinde durmak istedim.
En büyük hatalarımızdan biri de dinliyor gibi görünüp dinlememektir. Konuşan kişi er geç bunun farkına varacaktır ve rahatsız olacaktır. Dinleyemeyecek durumdaysak bunu belirtmemiz konuşan kişinin kendine daha çok değer verdiğimizi gösterir. Dinlerken duyduğumuz herhangi bir şeyi geçmişle ilgili bir olayı hatırlamamıza neden olabilir. Geçmişteki bir duruma, olaya, kişiye bir çapa atmış olabiliriz. Bu durum da karşımızdakini anlamamıza engel olur. Dinlemeye, gergin, saldırgan duygularla başlamak, ön yargılardan kurtulmadan dinlemek karşımızdakini anlamamıza engel olacaktır. Birini dinlerken zihnimiz berrak olmalı.
Anlamadığımızda anlıyor gibi yapmak çok yanlış olur. Anlamadığımız bir ayrıntı varsa, konuşmaya ara verip anlamadığımız ayrıntı için açıklama istemeliyiz. Konuşan için bu, rahatsız edici bir durum olmaktan çıkar ve sizin anladığınızdan emin olur ve anlamadığınız noktalar için açıklama isteyeceğinizi bildiği için daha rahat devam eder konuşmasına. Anlıyor gibi görünmek ilk başta puan kazandırabilir ama kilit önemdeki bir bilgiyi atlamanıza neden olabilir. Salak gibi görünmek salak olmaktan iyidir.
dinlemeyi biliyor muyuz
Konuşulan şey sizin için önemsiz olabilir ancak karşınızdaki için belki de hayati bir önem taşımaktadır. Karşınızdakine zaman ayırıyorsanız söylediklerini anlamak için de çaba harcamalısınız. Tam tersi durumda hem karşınızdakinin zamanını hem de kendi zamanınızı boşa harcamış olursunuz.
Unutkanlık ayıp değildir. Yorgunluk ve yoğunluk unutkanlığa yol açar. Bu konuda önlem almamak bazen affedilir olmaktan çıkar. Bu tür durumlarda not almak en güzel yoldur.
“Leb demeden leblebiyi anlamak” ilk başta çok zekice ve takdir edici görülse de her zaman doğru bir yaklaşım değildir. Bu durum bazen mesajda boş kalan yerleri yanlış doldurmanıza neden olabilir. “Şey” li cümleler çok tehlikelidir. Konuşmacı,  bol bol şeyli cümleler kuruyor ise bazı metin boşlukları kalacaktır. Lütfen bu metin boşluklarını kendiniz doldurmayın. Karşımızdakini anlamaya en büyük engel ön yargılarımızdır.
Bununla ilgili bir öykü aktarmak isterim:
İş adamı tıraş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir. Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler. Berber, iş adamının kulağına fısıldar;
“Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi…”
Berber çocuğa seslenir:
“Ali, buraya gel!”
Bunun üzerine çocuk sakince dükkâna girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber işadamının kulağına sessizce, “bak şimdi” diye fısıldar ve bir elinde beş yüz bin, diğer elinde beş milyon’luk bir banknot olduğu halde çocuğa sorar:
“Hangisini istiyorsan alabilirsin?”
Çocuk dalgın dalgın bir beş yüz bine bir de beş milyona bakar ve sonunda beş yüz binlik banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır. Berber işadamına döner ve gülerek:
“Gördün mü? Sana söylemiştim.” der.
Tıraş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali’yi görür. Yanına giderek, neden beş milyonluk değil de, beş yüz binlik banknotu aldığını sorar.
Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir:
“Hehehe… Eğer beş milyonluğu alırsam oyun biter!” der.
Dinleyen kişi kendini boş bakışlarla, esnemelerle ele verir. Konuşanı dinlerken bazı olumsuzluklar sergileyebiliriz. Bu olumsuzluklardan farkındalıklarla kurtulabiliriz.
Dinleyici Türleri
Şimdi size bazı dinleme şekillerinden söz etmek esterim:
- Bazı dinleyiciler vardır ki hiç külyutmazlar, çok zekidirler, leb demeden leblebiyi anlarlar ve sürekli karşıdaki kişiye çok zeki olduklarını ima etme ihtiyacı duyarlar. Bir iki dakika diyalogla çok rahat anlarsınız bu insanların dinleme kültürlerindeki eksikliklerini. Durmadan lafınızı bölerler, sizin söylediklerinizden çok kendi söyleyecekleri önemlidir, çünkü o insana vereceğiniz pek fazla bir şey yoktur. Karşıdaki her zaman aptal, bilgisiz ve söyledikleri şeyler boştur. Böyle bir insan kendinin bu yapıda olduğunu anlayamazlar. Çevresindeki gerçek dostlarının uyarıları da çok fazla bir işe yaramaz. Uzun bir uğraşı sabırla birleştiğinde işe yarayabilir.
- Bazı insanlar vardır ki işleri güçleri karşılaştırma yapmaktır. Karşılaştırma bir anlamda çok işe yarayabilir ama gereğinden fazlası sorun çıkarır. Siz bir şey anlatmaya çalışırken birden sözünüz kesilir ve kendiyle ilgili, deneyimleriyle ilgili ya da çevresindeki insanlarla ilgili bir bağlantı dinlemek zorunda kalırsınız. Bu tip insanlar sizi dinlemek yerine sizin anlattıklarınızla kendi hayatıyla ilgili çevresiyle ilgili bağlantı kurma derdine düşmüştür. Sizi pek dinleyemez. Çünkü onun sizi dinlemekten daha önemli yapacağı bir iş vardır: Karşılaştırma yapmak.
- Bazen de üstün bir konuşmacı dinleyiciniz olabilir. Siz bir şeyler anlatırken o sizin anlattıklarınızın daha iyi daha güzel nasıl anlatılacağıyla ilgilenir. Bu durum da sizi dinlemesine engel olur. Çünkü siz iyi bir anlatıcı değilsinizdir ona göre.
- Bazı dinleyiciler vardır ki dertleri başından aşkındır. Sizi dinlemeye mecali yoktur. Sizin dertleriniz, sıkıntılarınız onun dertleri yanında devede kulak bile değildir. Siz bir şeyler anlatırken o kendi dertleriyle meşguldür. Deprem olsa onun dertleri yüzünden depremle ilgilenecek hali yoktur ki. Onu dertleriyle baş başa bırakmak zorundasınız.  Dertlerini dinleyecekseniz o zaman başka. Anlatmaya başlar.
- Haa, unutmadan hiç yargıç dinleyicilerle karşılaştınız mı? Anlattıklarınıza bir yargıç gözüyle bakacaktır. Yeri geldiğinde bir dedektif, bazen bir avukat, bazen bir hâkim gibi sorular soracaktır size. Bu dinleyiciler çok iyi dinliyor gibi görünseler de bazen mesajın özünden uzaklaşabilirler ve bu özellikleri sizi dinlemesine engel olabilir.
- Peki, sözünüzü kesenlere ne diyeceksiniz? Konuşmanız esnasında sözünüz o kadar kesilir ki, anlatacaklarınıza bir türlü konsantre olamazsınız. Bir de bunu o kadar haklı nedenlerle yapıyordur ki söyleyeceğiniz hiçbir şey yoktur. Çünkü yanlış bir şeyler anlatıyorsunuzdur ya da eksik. Belki de anlattığınız şeyler çok gerekli değildir. Çünkü o bir aptal değildir. Siz ise bir aptala anlatıyor gibi anlatıyorsunuzdur.
- Ya sürekli şikâyet eden dinleyicilere ne diyeceksiniz? Siz ne kadar çaba sarf ederseniz sarf edin şikâyetleri hiç bitmez. Çünkü her şeye olumsuz bir bakış açıları vardır ve her şeye bir kulp takacaktır. Siz ağzınızla kuş tutsanız o diyecek ki niçin bu kuşların tüyleri duruyor?
- Eyvah eyvah! Dilim varmıyor ama bir de dinlediği her şeyi dedikodu konusu yapacak tiplerimiz vardır. Siz sorunu çözmek için kendinizi yırtın. O kendisine dedikodu konusu oluşturmaya çalışır ve her zaman da bu konuda başarılı olur. Çünkü sizi dinlerken buna öyle konsantre olur ki…
Şimdi tahmin ediyorum birçoğunuz yukarıda saydıklarımızdan hiçbirini kendinize kondurmamışsınızdır ya da o kadar alınğansınızdır ki birçok sorun sizde de vardır. Çevrenizin yorumlarını daha çok dikkate alarak ve onlardan yorum yapmalarını isteyerek gerçeği yakalayabilirsiniz. Yalnız çevrenizdeki insanların da yanılabileceğini göz ardı etmemeniz gerekir.
Umarım karşınızdaki konuşmacıya şu hikâyedeki yaşlı kadının haklı olduğunu dile getirme fırsatı vermiyorsunuzdur.
Duyma problemi olan 85 yaşındaki bir kadının öyküsünü dinlemiştim. Kadın doktoruna gider. Doktor onu muayene ettikten sonra, “Duyma sorununuzu düzeltecek olanaklarımız var artık. Ameliyat için sizce hangi gün uygun?” der.
“Ameliyat olacağımı nereden çıkardın, ameliyat olmak istemiyorum, 85 yaşındayım ve bugüne kadar duyduklarım bana yeter, yeterince duydum.” der. 
Yazan : M. Abdullah YILMAZ