Allah İle Aldatmak- Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk - 1

  ARAPLAR

Arapları ifade için Kuran’da a’rabî (Arap) veya arab sözcüklerinin çoğulu olan ‘a’rab’ kelimesi kullanılmaktadır.

Kur’an, Arapları ifadede başka bir sözcük kullanmamakta ve Arapları çok olumsuz sıfatlarla anmaktadır. Sonraki Arap dilcileri, Kuran’ın bu tavrını etkisiz kılmak için olacak, a’rab ve a’rabi sözcükleriyle tanıtılan Arapların bâdiye Arapları, yani Arapların köylü tipleri olduğu yolunda bir söylenti geliştirmişlerdir.

Allah, kötülüğü köylülüğe bağlamaktan münezzehtir. Doğrusu şu ki, Kuran’ın Araplarla ilgili söylemlerinin yarattığı sıkıntıya bir tepki olarak geliştirdiği anlaşılan bu yaklaşım kaş yaparken göz çıkarmıştır. Ne yazık ki bu tavır, Arap dili sözlüklerinin bir çoğunda yer almaktadır. (Örnek olarak bkz. İbn Manzur; Lisanu’l Arab, arb maddesi)

Sonraki dönemlerin bu söylemi esas alınırsa, “Kuran’da, şehirli Araplar hangi sözcükle ifade edilmiştir?” sorusu sorulu ve tabiî cevapsız kalır.

İşin gerçeğini, Kuran dilinin aşılmamış ustası Isfahanlı Râgıb söylemiştir: Ona göre, Kuran’da kullanılan a’rab sözcüğü Arap ırk ve insanını tümden ifade eden sözcüktür. Şöyle diyor:

“Arab, İbrahim’in oğlu İsmail’in zürriyetinin adıdır. A’rab kelimesi de, esasında bu arab kelimesinin çoğuludur.”
(Râgıb, el-Müfredat, arb. Maddesi)

Bunu kaydeden, Râgın, a’rab sözcüğünün daha sonraki zamanlarda bâdiye Araplarını ifadede kullanıldığını söylemektedir ki, bizim biraz önce değindiğimiz gayretin bir sonucudur. Kur’an, Arap ırkını veya Arap toplumunu ifade için başka bir kelime kullanmadığına göre, a’rab sözcüğü Arap ırkına mensup insanların tümünü ifade edecektir. Öteki iddiaların bilimsel, tarihsel bir tutarlılığı olamaz.

Kuran’da a’rab kelimesi, geçtiği 10 yerin biri hariç, daima olumsuzluğun, kötülüğün, iki yüzlüğün, cimriliğin, kaypaklığın taşıyıcısı olarak kullanılmaktadır. Şimdi bu kullanımlara bir göz atalım:

1. Tevbe 90: Bazılarının seferden kaçmak için yalan söyleyerek yerlerinde oturdukları, bazılarının da bir takım özürler ileri sürerek izin alıp sefere katılmamak için uğraştığı anlatılıyor.

“Bedevîlerin özür bahane edenleri kendilerine izin verilmesi için geldiler; Allah'a ve resulüne yalan söyleyenler oturdular. Onların küfre sapanlarına korkunç bir azap erişecektir.”

2. Tevbe 97: Küfür, nifak (bölücülük, ikiyüzlülük) ve Allah’ın indirdiğini tanımama bakımından en şiddetli insanlar oldukları gösteriliyor:

“Bedevîler; küfür, parçalanma/ikiyüzlülük yönünden daha şiddetli; Allah'ın resulüne indirdiği şeylerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar. Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.”

3.Tevbe 98: Bağışta bulunmayı, paylaşımı bir angarya saymakla, iman sahiplerinin başına belalar gelmesini istemekle suçlanarak en büyük belaların onların başına geleceğini bildiriyor:

“Bedevîlerden öylesi vardır ki, infak ettiğini bir angarya/bir ceza ödeme sayar ve sizin başınıza belaların gelmesini bekler durur. En kötü bela onların başına olsun! Allah çok iyi işitir, çok iyi bilir.”

4.Tevbe 101: İkiyüzlülük içinde oldukları belirtiliyor:

“Çevrenizdeki Bedevîlerden münafıklar var. Medine halkından da münafıklığa iyice alışmış olanlar var. Sen bilmezsin onları. Ama biz biliriz onları. İki kez azap edeceğiz onlara, sonra da çok büyük bir azaba itilecekler.

5. Tevbe 120: Tanrı’nın Elçisi’ni bir başına bırakmaları kınanıyor:

“Medine halkına ve çevrelerindeki Bedevîlere, Allah resulünden geri kalmaları ve onu bırakıp da kendi canlarının derdine düşmeleri yakışmaz. Çünkü Allah yolunda uğrayacakları bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık, kâfirleri öfkelendirmek üzere bir yere ayak basmaları, düşmana karşı herhangi bir başarı kazanmaları durumunda kendileri için, barışa yönelik iyi bir amel mutlaka yazılacaktır. Allah, güzel düşünüp güzel davrananların ödülünü yitirmez.”

6. Fetih 11-12: İki yüzlülük, yalancılık, isabetsiz tahmin, korkaklık gibi olumsuzluklarla suçlanarak mahvolmuş bir topluluk diye nitelendiriliyorlar:

“Bedevilerden, geri bırakılmış olanlar sana şöyle diyecekler: "Bizleri, mallarımız ve ailelerimiz oyaladı. O halde bizim için Allah'tan af dile." Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. De ki: "Allah size bir zarar dilerse, yahut bir yarar murat ederse, O'nun sizin için dilediğine kim engel olabilir?" Doğrusu şu ki, Allah, sizin yaptıklarınızdan haberdardır.”

“Siz sanmıştınız ki, resul de müminler de ailelerine bir daha asla dönmeyecekler. Bu düşünce kalplerinizde süslendi de çirkin bir sanıya saplandınız ve mahvolmuş bir topluluk haline geldiniz.”

7. Fetih 16: Yakın bir gelecekte zorlu ve güçlü bir kavimle karşılaşacakları, bu karşılamada korkaklık, döneklik ve ürkeklik göstermeleri halince perişan olacakları ihtar ediliyor:

“Bedevilerden, geri bırakılmış olanlara de ki: "Siz yakında çok zorlu savaş veren bir kavimle çarpışmaya çağrılacaksınız. Ya onlarla çarpışırsınız, yahut onlar Müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir ödül verecektir. Yok eğer önceden döndüğünüz gibi yüz çevirirseniz, Allah sizi acıklı bir azapla cezalandırır."

8. Hucurât 14: Sadece dilleriyle Müslüman olduk dedikleri, imanın bunların kalplerine asla girmediği bildiriliyor:

“Bedeviler: "İman ettik." dediler. De ki: "Siz iman etmediniz. Ancak 'Müslüman' olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah'a ve resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir."”




ARAP GURURUNUN İSLAMDIŞILIĞI
  
Arap ırkının üstün ırk olduğuna inanmak, Arap için her şeyin üstündedir. Kendisi dışındakilere ‘acem’ yani ‘ötekiler-yabancılar’ der ve onları ‘köleler veya âzatlı köleler’ anlamındaki ‘mevâli’ sıfatıyla anar. Bir mevalinin hiçbir meziyeti onu, herhangi bir Arapla eşit duruma getiremez. Düşünülsün ki, İslam din bilimlerinin tümünde kaynak, İslam ahlak ve irfanında prototip kişi-lerden biri sayılan ve Hz. Peygamber’in hanımlarından süt emmek gibi bir üstünlükle anılan Hasan el-Basrî (ölm. 110/728) başta olmak üzere o devrin bilgin ve düşünür tüm mevalisi horlanmış, Arap kızlarıyla evlenmelerine müsaade edilmemiştir.

Fıkıh kaynaklarına kadar sokulmuş bulunan şu insanlık dışı tespiti de anımsayalım: Araplara ve onların oluşturduğu Kur’an dışı fıkha göre, Arapça okuma ve yazma bilmeyen herkes ‘ümmi’ sayılır. Yani böyle birisi birkaç dili bilse, okuyup yazsa bile o ümmidir. Yani okuma yazma bilmeyen biridir.

Arapların ve Arapça’nın üstünlüğü ve kutsallığı yolundaki bu Kur’an, akıl ve insanlık dışı iddia, ne yazık ki yüce Peygamber alet edilerek sahnelenmiştir. Bu iddia sahiplerine göre, mademki Hz. Peygamber en son ve en büyük peygamberdir, o halde onun mensup olduğu ırk da en yüce ırktır.

Kur’an, herhangi bir ırkın üstünlüğünü ileri sürmeye asla izin vermez. Söz konusu ırktan bir nebi gelmiş olması bu ölçüyü değiştirmenin gerekçesi yapılamaz, Üstünlük, niyet ve gayret iledir.

Kuran’ın beyanlarına göre, içinden nebi gelmemiş hiçbir ırk yoktur.  Allah, en büyük lütuflarından biri olan peygamber göndermeyi, kulları arasında adil bir biçimde paylaştırmıştır. Eğer bir ırktan nebi (peygamber) gelmesi bir üstünlük vesilesi ise bilinmelidir ki, tüm ırklardan bir veya birkaç nebi gelmiştir. Arap ırkı bu bakımdan tek değildir.

Vahyin ölçüleri, peygamberleri şu veya bu ırka mal etmeye olanak tanımaz. Peygamberlerin ırkı, boyu-soyu, coğrafyası, iklimi, rengi ve bölgesi hiçbir önem taşımaz. Çünkü peygamberlik kesbî (kazanılarak elde edilen), bir kurum değildir ki madde ölçüleri ile değer veya mertebe kazansın. Peygamberlik, Allah’ın verdiği bir imkan ve bir unvandır. Allah bunu verirken ırkın, kanın olanaklarını öne çıkarmamıştır.

Dine saygı ve bunun oluşturduğu duygusal zemini, Arapların üstünlüğüne basamak yapan aldatma, Arapları sevmenin bir din emri olduğunu da iddia etmiştir.

Arapları sevmeyi bir din emri haline getirmek Kuran’dan hareketle mümkün olmadığına göre “Allah ile aldatma pazarının” başka bir çare bulması gerekiyordu. Bulmuştur. Benzeri durumlarda başvurduğu ‘hadis uydurma yolu’na gitmiştir.

Allah’ın Elçisi sıfatını taşıyan bir benliğin bu sözleri söylemesini akıl ve idrak mümkün görmez. İslam’a ve Hz. Muhammed’ isnat edilmiş uydurmaların en çirkinlerinden biri de şudur:

“Ümmetimden ilk şefaat edeceklerim, beni görüp bana iman ederek beni tasdikleyen Araplardır. Onların ardından da Arapların beni görmeden bana iman edip beni görmek arzusu taşıyanlara şefaat edeceğim.”

Görüldüğü gibi, bu şefaat dağıtımında Araplardan başkasına bir şey vaat edilmemiştir. Resulü göreni-görmeyeni ile ne varsa Araplarındır.

Kuran, Araplarla ilgili olarak uydurulan bu sözlerin tam tersini söylemektedir.
  

ALLAH İLE ALDATMANIN ‘ARAPÇA’CILIK AYAĞI

 Allah ile aldatmanın bu ayağı Arap dilini kutsal ilan etmek için dini kullanma şeklinde yürütülen bir zülümdür. Arap dili ‘Allah’ın dili’ ilan edilip onsuz ibadet yapılamayacağı dayatması dinleştirilmiştir. Üstelik dinde dokunulmaz kılınan birçok fakîhin aksini söylemesine rağmen. Yani Arapça’yı kutsallaştırma yoluyla yürütülen Arap kültür emperyalizmi, önünde hiçbir engele yaşama hakkı tanımamıştır.

Engizisyon, papazlarından alınma bu zülüm, kendisini ‘bütün insanlığın, bütün zamanların dini’ olarak tanıtan İslam’ı sadece Arapların dini haline getiren vahim zulümlerden biridir ve Allah ile aldatanlar tarafından asırlarca din diye yutturulmuştur. Bu zulümden en büyük zararı gören kitle ise Türk halkı olmuştur.

Tarihin en büyük insanlık suçlarından biri olan bu zülüm, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin sekiz bakanlık bütçesi kadar parayla beslenen Diyanet İşleri tarafından hala yaşatılmaktadır. Bu din ve akıldışı dayatmayı aşmak için bu satırların yazarı tarafından verilen mücadele Türk halkının belleklerinde hala canlı olsa gerektir. Bu mücadelede en büyük kahrı Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal din kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan çektik. Daha ibret verici olanı, aynı Diyanet, bu tavrını birkaç yıl sürdükten sonra Tarabya’da topladığı bir şurasında, Kuran’ı Türkçe okuyarak da namaz kılınabileceğini hükme bağladı. (Herkesin kendi diliyle ibadet etmesinin İslam’a uygun olduğu konusunda, bkz. Öztürk; Ana Dilde İbadet Meselesi)

Şimdi gelelim işin esasına;

Kuran-ı Kerim’in açıkça bildirdiğine göre, her peygamber, hitap ettiği toplumun diliyle konuşmuş, vahiy almıştır. Bunun sebebi, peygamberin getirdiği mesajın, hitap ettiği toplum tarafından rahatça anlaşılmasını mümkün kılmaktır. (İbrahim,4) Yine Kuran’a göre; istisnasız tüm toplumlara bir peygamber gönderilmiştir.

Bunun din bahsinde zorunlu sonucu şudur: Hiçbir dil dinsel anlamda ötekine göre daha kutsal veya daha üstün değildir. Kutsal olan, Allah’ın gönderdiği buyruklar, vahyettiği gerçeklerdir. Dil, bu gerçekleri iletmenin bir aracıdır. Bu anlamda tüm diller Allah’ın ayetleri cümlesindendir ve hepsi eşittir. (Rûm,22)

Bizim peygamberimiz, kendisi esasen Arap ırkından olmamakla beraber birlikte (dedesi Hz.İbrahim Sümerli idi. Araplar böylelerine ‘Araplaşmış Arap: Arab müsta’rebe’ derler.) aldığı tanrısal vahyi, çekirdek toplum ve ilk muhatap olarak Arapça konuşan insanlara iletti. Bu yüzden, biraz önce gördüğümüz Kuransal gerçeğe uygun olarak Arapça vahiy aldı ve muhataplarına Arapça hitap etti.

Kuran’ın açıkça bildirdiğine göre, Hz. Muhammed’in aldığı Kuran vahyinin Arapça indirilişinin hikmetleri şunlardır:

1.Taakkul, yani gelen vahiyleri okuyanların bunları anlayıp taşıdıkları mesaj üzerine akıllarını işletmeleri, (Yusuf,2: Zühruf,3 )

2.İnzâr, yani gelen vahiylerle okuyanların uyarılmaları, başkalarını uyarmaları. Eğer Kuran, toplumunun dili olan Arapça dışında bir dille gelseydi, onu anlamayacaklar ve bu uyarı işlevi askıda kalacaktı. Bu kez muhataplar, bilmedikleri bir dille vahiy gelişini kınayacaklar, çeşitli savsaklamaların gerekçesi yapacaklardı. (Şuara, 195; Ahkaf,12; Fussılet,44 )

3.Tedebbür, yani okunan metinlerin anlaşılması ve anlamları üzerinde derin derin düşünülmesi.

Bu tedebbür kavramı Kuran’ın altını ısrarla çizdiği bir kavramdır. Öyle ki, Kuran’a göre, Kuran okumak, esas anlamıyla tedebbür etmektir.  Tedebbür yoksa Kuran okumaktan söz etmek mümkün değildir.(!!) Tedebbür için, okunan metin dilini bilmek ilk şart olduğuna göre, Arapça bilmeyen bir Müslüman’ın tedebbür emrini yerine getirmesi için, Kuran’ı anladığı dildeki çevirisinden okuması kaçınılmazdır. Kuran, tedebbür ilkesinin, Müslümanların temel ibadetleri olan namazda da korunmasını istemektedir. Bunun içindir ki, ne dediğini anlamadan namaz kılmak yasaklanmış (Nisa, 43), ne dediğini anlamadan namaz kılanlar ağır biçimde kınanmıştır. (Maun, 4-5)

O halde, namazlarında Kuran’dan bazı bölümler veya ayetler okuyacak kişilerin, bunların anladıkları dilde okumaları Kuran’ın açık emridir.

Hz.Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra İslam dışı bir krallık sistemiyle yönetimi ele alan Arap Emevî hanedanı, önlerindeki en büyük engel Hz. Ali ve evladını öldürüp ortadan kaldırdıktan sonra, Arap olmayan Müslümanları sindirme ve bastırma hareketine girişti. Arap olmayan Müslümanlara ‘mevali’ yani köleler kitlesi diye Emevi krallığı, tüm İslam bilgi ve düşünce mirasını Araplaştıracak, Arapların ve Arapça’nın üstünlüğünü dinleştirecek büyük bir operasyona girdi. Arapça okuma-yazma bilmeyen tüm insanları ‘ümmi’ kabul edecek kadar zalimleşen bu anlayış, Allah ile aldatan tezgahın Arapça takımı tarafından fıkıh kitaplarında hala yaşatılmaktadır.

Bu akıl ve din dışı savların geçerli kılınması için yüzlerce hadis uyduruldu. Bu uydurma hadislerle, Emevi hanedanlığının yönetimini ve Arap ırkının üstünlüğünü kutsallaştırıp kökleştirecek hemen her şey yapıldı. Bugünkü İslam bilgi mirasının, özellikle fıkıh ve kelam (İslam teolojisi) kaynaklarının hemen her sayfası bu yozlaştırma ve Araplaştırmanın ürünleriyle doludur. Ve Kuran’ı değil de bu ürünleri din olarak kutsal tutmak isteyen zihniyetler, akıl almaz oyunlar sergileyerek insanımızı aldatmakta ve sömürmektedir.

Osmanlı imparatorluğu da, görünüşte Arapları yönetiminde tutması rağmen, bu kutsallaştırılmış Arabizmin kültür hegemonyası altında, farkında olmadan Arap esaretine girmiştir. Osmanlı kendine adeta bir self-emperyalizm uygulanmıştır. Kendilerine kutsal ırk diye hizmet ettiğimiz Araplar bizi emperyalist olarak suçlarken biz onların kültürlerinin, dillerinin köleleri olduk. Bu köleliğin yaşatılması için hep yozlaştıran din kullanıldı. Böylece ne İslam’dan yararlanabildik ne de kendi varlığımız ve kültürümüzden. Bu durum, dini ve kutsal duyguların sömürülerine araç yapmak isteyen zihniyetlerin de işine geldiği için, onlar da Kuran’ın büyük halk kitlelerince okunmaması yolunda gayret sarf etmişlerdir.

Arapça bilmeyenlerin Kuran’a el süremez hale gelmesi, sömürücülerin din üzerinde kurdukları baskıyı kutsallaştırmış ve Müslüman kitleyi onlara teslim olmaya mecbur ve mahkum etmiştir. Din onların elinde, istediklerini istedikleri kalıba dökmek, istediklerini almak, istediklerini engellemek için kutsal-dokunulmaz bir araç olmuştur.




DİL Mİ KUTSAL, MESAJ MI?

 Din meselesinin en ciddi sorularından biri de budur. Dil mi kutsal, mesaj mı?

Allah ile aldatanlar, hesapları öyle elverdiği için, sürekli olarak dili kutsal göstermiş, mesaja özgü kutsallık ve yüceliği sürekli dile vermişlerdir.

Eğer dil kutsal sayılırsa bu kutsallığa bağlı olarak o dilin toplumunu, ırkı, coğrafyası, kültürü art arda kutsallaştırılır. Ve bunca kutsallığın altında dilin taşıdığı mesaj ezilir, unutulur veya ikincil duruma düşer. En azından, dilin coğrafyası, kültürü dinin verileriyle karışır, dinleşir. Dilin kutsallaşması halinde mesaj kaçınılmaz bir biçimde kenara itilir.

Dini, Allah ile aldatmanın aracı yapan zihniyetler, tarih boyunca hep dili kutsal kıldılar. Mesaj hep ikinci plana itildi. Bunun en görkemli örneği engizisyon papazlığının İncili tercümeye izin vermemesidir.

Engizisyon papazlığına göre, dil kutsaldı. O halde İncil başka bir dile çevrilemezdi. O şekliyle anlayanlar anlardı, anlamayanlar kelimeleri telaffuz edebildikleri kadar eder, sevap kazanırlardı.

İncil’in ne dediğini anlamaya gelince, onun için kiliseye ruhban sınıfına başvurmak gerekiyordu. Ve işin püf noktası da buydu. İncil’in ne dediğini merak edenler onu anlama yetenek ve şansına sahip bulunan ‘kutsal Tanrı adamları’na başvuracak, İncil adına onları dinleyeceklerdi. Böyle habersiz koyup papaz hegemonyasının tasarruf ve tasallutuna mahkum ettiler.

Allah ile aldatan zihniyet, dilin değil mesajın kutsal olduğunu asla söylemez. Çünkü bu onun işinin bitmesi anlamına gelmektedir. Dil kutsal ve dokunulmaz olacaktır ki kitleler, mesajı anlamak için o ‘kutsala aşina olan’ kutsal ve dokunulmazlar önünde eğilmek ve onlara haraç ödemek zorunda kalsın. Sistem son derece dahice kurulmuştur: Ya haracı ödesinler, yahut da din bilmez cahiller olmaya devam etsinler.

Haracı ödemeyen, hurûç (karşı çıkış, baş kaldırış)la suçlanır. Hurûç yine sistemli bir biçimde ‘Allah’a dine karşı çıkış’ olarak tanıtılır. Faturanın ağırlığını düşünün! Kim kalkar da birkaç kuruşluk haracı vermesin diye başını böyle bir derde sokar!?

Dilin kutsallaştırması Allah ile aldatanlar egemenliğine iki başlı bir yarar sağlamaktadır:

1. Mesajı öğrenmek için egemenliğin temsilcilerine muhtaç hale gelen halkın ödediği haraçlar,

2. Sadece sözcükleri telaffuzla sevap kazanacakları dilin kelime telaffuzundan ibaret öğretimi için toplanacak paralar.

Böylesi kutsal bir hizmeti (!) verdikleri için ‘kutsal ve dokunulmaz kişiler’e gösterilecek derin saygı da cabası. Allah ile aldatanlar, dilin değil mesajın kutsal olduğunu söyledikleri anda bu iki kapının ikisi de yüzlerine kapanır. Buna izin vermezler.

Müslüman coğrafyasındaki sarıklı engizisyonun bu noktada şansı haçlı engizisyondan çok daha yüksektir.

İslam’da namaz ibadeti vardır ve namazda belli bir miktar Kuran okumak şart tutulmuştur. Bu şartın yerine getirilmesi ise okunan Kuran parçalarının Arapça olması şeklinde ikinci bir şarta bağlanmıştır.

Çeviri yapılmayan veya yapılamayan bir kitabın, Atatürk’ün söylediği gibi, ‘anlamı yok demektir.’ (ki Kuran’ın çevirisini yapılmasını isteyen Atatürk’tür. Bunu Elmalılı Hamdi Yazır yapmıştır.) Atatürk’ün bu tezi, İmamı Azam’ın bu konudaki teziyle tıpa tıp aynıdır. İmamı Azam’a göre de, Kur’an her dile çevrilir ve o çevirilerle namaz kılınır. Çünkü Kur’an esasında bir manadır. O mana tarih boyunca tüm peygamberlere değişik dillerde gelmiştir. Bunun aksini söylemek Allah’ın anlamsız söz vahyettiğini söylemekle eş anlamlıdır.

Çeviri yapılamasa veya yapılmasa tüm kitleler mesajı okuyup anlayamaz. Böyle olunca da Ali İmran 19’da değinilen “Kuran’la hem seni dinleyenleri hem de onun ulaştığı herkesi uyar!” emri anlamsızlaşır.

Tanrısal kitap özgün şekliyle korunur, uzmanlaşmış kişilerce özgün şekliyle okunur ama kitleler için her dile çevrilir ve halkın yararlanmasına açılır. Bunun aksini iddia etmek dine hizmet değil dinsizliğe hizmettir.

  
TEMEL İBADETİ DIŞLAYARAK ALDATMA

 Allah ile aldatanların vücut verdikleri en büyük yıkımlardan biri, Kuran’ın getirdiği temel ibadetin ikinci, üçüncü sıraya atılması veya tamamen dışlanmasıdır. Bu dışlamada, yine Arapçacılık ve Arapçılık ile namazın istismarına bağlı tezgahlar ve çıkarlar etken olmuştur.

Temel ibadet, önce namaza hapsedildi, sonra Arapça ile eşitlendi, sonra da namaz Arapça okuma şartına bağlanarak iş bitirildi. Namaz kılacak kadar Kur’an ezberleyen milyonlarca Müslüman, asırlar boyunca bununla yetinmiş ve Kuran’ın okunması ayrı ve farz bir emir olma noktasına asla ulaşamamıştır.

Arap olmayan kitleler, namazda okudukları ayet ve sürelerin anlamlarını bilme gibi bir şansı elde edememişlerdir. Oysaki bu ayet ve surelerin anlamlarını bilmek bile yetmez.

Kuran’ın tümünü anlamını bilerek okumak her Müslüman için farzdır. Namazdan önce ve namazdan daha önemli bir farzdır.

Allah’ın “Kur’an oku!” emri, “Namaz kıl!” emrinden hem daha öncedir hem de daha önemli. Bu bir yorum veya tevil değildir, Kuran’ın açık beyanıdır. İsteyen her insan, Kur’an hükümlerinin iniş sırasını takip ederek Kur’an okumaya ilişkin emirle namaz kılmaya ilişkin emrin sırasını görebilir. Daha açık söyleyelim:

Bir kere Kuran’ın vahyedilen ilk kelimesi Kuran’ın ilk emridir ve şudur: “Oku!”. İkincisi, “Kuran’ı düşüne düşüne dikkatle oku!” emri, iniş sırasıyla üçüncü sure olan Müzzemmil Süresi’nin 4.ayetinde verilmiştir. Aynı emir, aynı surenin 20.ayetinde bir kez daha tekrarlandıktan sonradır ki “Namazı kılın!” emri gelmiştir. (Geniş bilgi için bizim Kuran’ın Temel Buyrukları adlı eserimize bakılabilir.)

Ankebut Suresi 45. ayet açıkça gösteriyor ki, ‘Zikrullah’ namaz kılmaktan üstündür. Zikir, Kuran’ın en önemli ve en bilinen adlarından biridir. Zikrullah tabiri, tarikat sulandırmaların iddia ettiği gibi, “Allah, Allah” sesleri çıkararak def çalıp zıplamak, dönmekten ibaret değildir. O uygulamalar, bütün samimiyet şartları var sayılırsa, en iyi ihtimalle zikrin en son mertebesi olabilir.

Allah’ı zikretmenin ilk ve tartışmasız anlamı Kuran okumak olacaktır. Nitekim, 19.yüzyılın büyük sufi düşünürü Kuşadalı İbrahim Halveti (ölm.1845), tasavvuf ve tarikat meşrebinin en büyük temsilcilerinden biri olmasına rağmen, zikir konusunu böyle anlamış ve bağlılarına, Allah’ın tertibi olan Kuran’ı bırakıp da şunun-bunun tertibi olan sözde zikirlerle zaman yitirmemeleri emretmiştir.

Şimdi, yüzyıllardır saklanan bir gerçeği tüm açıklığıyla ve Kuran’a sadakatin bir ifadesi olarak duyuralım: Namaz kılmak ne ise Kuran okumak da odur, hatta Kuran okumak namazdan, namaz kılmaktan daha değerli ve daha erdiricidir. Şöyle de diyebiliriz: Namaz kılmamak neyse Kuran okumamak da odur, hatta Kuran okumamak daha yıkıcıdır.

Sadece Kur’an okuyup namaz kılmayanın durumu, sadece namaz kılıp Kur’an okumayanın durumundan iyidir.

Bu Kuransal gerçek asırlardır insanlardan bilerek veya bilmeyerek saklanmıştır. Kuran’ın; geceleri Kuran’la meşgul olmak anlamında kullanıldığı teheccüd, yine namaz kılmaya dönüştürülmüş ve yine Kuran’ın söylediğinin tam tersi yapılmıştır.

Kuran okumayı cami içine özgülemek, dışarıda Kur’an okumayı adeta dışlamak da Allah ile aldatanların yarattıkları olumsuzluklar arasındadır. Bir önceki sapmanın en yıkıcı uzantısı budur. Kuran okumayı camide bulunma şartına bağlayan ortak bir şuuraltı geliştirilmiştir.

Kuran okumanın cami içine özgülenmesine yol açan örfü, Emevîlerin despot valisi ‘zalim’ ünvanlı Haccac (ölm.95/714) başlatmıştır. O, sabah namazından sonra okunmak üzere camilere özel mushaflar koydurdu. Böylece Kuran okumanın camiye hapsedilmesi çığırı başlatılmış oldu. (Bu konuda bk. Şâtıbî; el-I’tısam, 1/172) Ama onlar, hiç değilse, okuduklarını anlayabiliyorlardı. Bugünkü okuyuşlarda bu da kalmamıştır.

Kuran okumayı merasime bağlamak da aldatmaların ve Kuran’ın okunmasını zorlaştırmanın uzantılarından biri ve belki en kötüsüdür.

Kuran, okunacak şeyleri toplayan kitap anlamındadır. Adı bu anlamda olduğu içindir ki ilk emri de “Oku!” olmuştur. Ne yazık ki, geleneksel müdahaleler bu ‘okunacak kitap’ı sarılıp sarmalanarak duvara asılacak ve bazen de ‘üfürülecek kitap’ haline getirdi. Bu olumsuz müdahalenin yarattığı din dışı merasimleri merak edenler bizim,İslam Nasıl Yozlaştırıldı adlı kitabımızın Kur’an maddesine bakabilirler.

Kur’an okumanın ruhu bu merasimler değil, derin derin düşünmek demek olan tedebbürdür. Tedebbürü değil ortadan kaldıran, zedeleyen şeyler bile insanlık suçudur. Allah ile aldatanlar bu suçu asırlardır işliyorlar..

 Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk “Allah İle Aldatmak” kitabı sf.152-167


ALLAH İLE ALDATMANIN ARAPÇILIK AYAĞI

  ARAPLAR

Arapları ifade için Kuran’da a’rabî (Arap) veya arab sözcüklerinin çoğulu olan ‘a’rab’ kelimesi kullanılmaktadır.

Kur’an, Arapları ifadede başka bir sözcük kullanmamakta ve Arapları çok olumsuz sıfatlarla anmaktadır. Sonraki Arap dilcileri, Kuran’ın bu tavrını etkisiz kılmak için olacak, a’rab ve a’rabi sözcükleriyle tanıtılan Arapların bâdiye Arapları, yani Arapların köylü tipleri olduğu yolunda bir söylenti geliştirmişlerdir.

Allah, kötülüğü köylülüğe bağlamaktan münezzehtir. Doğrusu şu ki, Kuran’ın Araplarla ilgili söylemlerinin yarattığı sıkıntıya bir tepki olarak geliştirdiği anlaşılan bu yaklaşım kaş yaparken göz çıkarmıştır. Ne yazık ki bu tavır, Arap dili sözlüklerinin bir çoğunda yer almaktadır. (Örnek olarak bkz. İbn Manzur; Lisanu’l Arab, arb maddesi)

Sonraki dönemlerin bu söylemi esas alınırsa, “Kuran’da, şehirli Araplar hangi sözcükle ifade edilmiştir?” sorusu sorulu ve tabiî cevapsız kalır.

İşin gerçeğini, Kuran dilinin aşılmamış ustası Isfahanlı Râgıb söylemiştir: Ona göre, Kuran’da kullanılan a’rab sözcüğü Arap ırk ve insanını tümden ifade eden sözcüktür. Şöyle diyor:

“Arab, İbrahim’in oğlu İsmail’in zürriyetinin adıdır. A’rab kelimesi de, esasında bu arab kelimesinin çoğuludur.”
(Râgıb, el-Müfredat, arb. Maddesi)

Bunu kaydeden, Râgın, a’rab sözcüğünün daha sonraki zamanlarda bâdiye Araplarını ifadede kullanıldığını söylemektedir ki, bizim biraz önce değindiğimiz gayretin bir sonucudur. Kur’an, Arap ırkını veya Arap toplumunu ifade için başka bir kelime kullanmadığına göre, a’rab sözcüğü Arap ırkına mensup insanların tümünü ifade edecektir. Öteki iddiaların bilimsel, tarihsel bir tutarlılığı olamaz.

Kuran’da a’rab kelimesi, geçtiği 10 yerin biri hariç, daima olumsuzluğun, kötülüğün, iki yüzlüğün, cimriliğin, kaypaklığın taşıyıcısı olarak kullanılmaktadır. Şimdi bu kullanımlara bir göz atalım:

1. Tevbe 90: Bazılarının seferden kaçmak için yalan söyleyerek yerlerinde oturdukları, bazılarının da bir takım özürler ileri sürerek izin alıp sefere katılmamak için uğraştığı anlatılıyor.

“Bedevîlerin özür bahane edenleri kendilerine izin verilmesi için geldiler; Allah'a ve resulüne yalan söyleyenler oturdular. Onların küfre sapanlarına korkunç bir azap erişecektir.”

2. Tevbe 97: Küfür, nifak (bölücülük, ikiyüzlülük) ve Allah’ın indirdiğini tanımama bakımından en şiddetli insanlar oldukları gösteriliyor:

“Bedevîler; küfür, parçalanma/ikiyüzlülük yönünden daha şiddetli; Allah'ın resulüne indirdiği şeylerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar. Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.”

3.Tevbe 98: Bağışta bulunmayı, paylaşımı bir angarya saymakla, iman sahiplerinin başına belalar gelmesini istemekle suçlanarak en büyük belaların onların başına geleceğini bildiriyor:

“Bedevîlerden öylesi vardır ki, infak ettiğini bir angarya/bir ceza ödeme sayar ve sizin başınıza belaların gelmesini bekler durur. En kötü bela onların başına olsun! Allah çok iyi işitir, çok iyi bilir.”

4.Tevbe 101: İkiyüzlülük içinde oldukları belirtiliyor:

“Çevrenizdeki Bedevîlerden münafıklar var. Medine halkından da münafıklığa iyice alışmış olanlar var. Sen bilmezsin onları. Ama biz biliriz onları. İki kez azap edeceğiz onlara, sonra da çok büyük bir azaba itilecekler.

5. Tevbe 120: Tanrı’nın Elçisi’ni bir başına bırakmaları kınanıyor:

“Medine halkına ve çevrelerindeki Bedevîlere, Allah resulünden geri kalmaları ve onu bırakıp da kendi canlarının derdine düşmeleri yakışmaz. Çünkü Allah yolunda uğrayacakları bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık, kâfirleri öfkelendirmek üzere bir yere ayak basmaları, düşmana karşı herhangi bir başarı kazanmaları durumunda kendileri için, barışa yönelik iyi bir amel mutlaka yazılacaktır. Allah, güzel düşünüp güzel davrananların ödülünü yitirmez.”

6. Fetih 11-12: İki yüzlülük, yalancılık, isabetsiz tahmin, korkaklık gibi olumsuzluklarla suçlanarak mahvolmuş bir topluluk diye nitelendiriliyorlar:

“Bedevilerden, geri bırakılmış olanlar sana şöyle diyecekler: "Bizleri, mallarımız ve ailelerimiz oyaladı. O halde bizim için Allah'tan af dile." Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. De ki: "Allah size bir zarar dilerse, yahut bir yarar murat ederse, O'nun sizin için dilediğine kim engel olabilir?" Doğrusu şu ki, Allah, sizin yaptıklarınızdan haberdardır.”

“Siz sanmıştınız ki, resul de müminler de ailelerine bir daha asla dönmeyecekler. Bu düşünce kalplerinizde süslendi de çirkin bir sanıya saplandınız ve mahvolmuş bir topluluk haline geldiniz.”

7. Fetih 16: Yakın bir gelecekte zorlu ve güçlü bir kavimle karşılaşacakları, bu karşılamada korkaklık, döneklik ve ürkeklik göstermeleri halince perişan olacakları ihtar ediliyor:

“Bedevilerden, geri bırakılmış olanlara de ki: "Siz yakında çok zorlu savaş veren bir kavimle çarpışmaya çağrılacaksınız. Ya onlarla çarpışırsınız, yahut onlar Müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir ödül verecektir. Yok eğer önceden döndüğünüz gibi yüz çevirirseniz, Allah sizi acıklı bir azapla cezalandırır."

8. Hucurât 14: Sadece dilleriyle Müslüman olduk dedikleri, imanın bunların kalplerine asla girmediği bildiriliyor:

“Bedeviler: "İman ettik." dediler. De ki: "Siz iman etmediniz. Ancak 'Müslüman' olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah'a ve resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir."”




ARAP GURURUNUN İSLAMDIŞILIĞI
  
Arap ırkının üstün ırk olduğuna inanmak, Arap için her şeyin üstündedir. Kendisi dışındakilere ‘acem’ yani ‘ötekiler-yabancılar’ der ve onları ‘köleler veya âzatlı köleler’ anlamındaki ‘mevâli’ sıfatıyla anar. Bir mevalinin hiçbir meziyeti onu, herhangi bir Arapla eşit duruma getiremez. Düşünülsün ki, İslam din bilimlerinin tümünde kaynak, İslam ahlak ve irfanında prototip kişi-lerden biri sayılan ve Hz. Peygamber’in hanımlarından süt emmek gibi bir üstünlükle anılan Hasan el-Basrî (ölm. 110/728) başta olmak üzere o devrin bilgin ve düşünür tüm mevalisi horlanmış, Arap kızlarıyla evlenmelerine müsaade edilmemiştir.

Fıkıh kaynaklarına kadar sokulmuş bulunan şu insanlık dışı tespiti de anımsayalım: Araplara ve onların oluşturduğu Kur’an dışı fıkha göre, Arapça okuma ve yazma bilmeyen herkes ‘ümmi’ sayılır. Yani böyle birisi birkaç dili bilse, okuyup yazsa bile o ümmidir. Yani okuma yazma bilmeyen biridir.

Arapların ve Arapça’nın üstünlüğü ve kutsallığı yolundaki bu Kur’an, akıl ve insanlık dışı iddia, ne yazık ki yüce Peygamber alet edilerek sahnelenmiştir. Bu iddia sahiplerine göre, mademki Hz. Peygamber en son ve en büyük peygamberdir, o halde onun mensup olduğu ırk da en yüce ırktır.

Kur’an, herhangi bir ırkın üstünlüğünü ileri sürmeye asla izin vermez. Söz konusu ırktan bir nebi gelmiş olması bu ölçüyü değiştirmenin gerekçesi yapılamaz, Üstünlük, niyet ve gayret iledir.

Kuran’ın beyanlarına göre, içinden nebi gelmemiş hiçbir ırk yoktur.  Allah, en büyük lütuflarından biri olan peygamber göndermeyi, kulları arasında adil bir biçimde paylaştırmıştır. Eğer bir ırktan nebi (peygamber) gelmesi bir üstünlük vesilesi ise bilinmelidir ki, tüm ırklardan bir veya birkaç nebi gelmiştir. Arap ırkı bu bakımdan tek değildir.

Vahyin ölçüleri, peygamberleri şu veya bu ırka mal etmeye olanak tanımaz. Peygamberlerin ırkı, boyu-soyu, coğrafyası, iklimi, rengi ve bölgesi hiçbir önem taşımaz. Çünkü peygamberlik kesbî (kazanılarak elde edilen), bir kurum değildir ki madde ölçüleri ile değer veya mertebe kazansın. Peygamberlik, Allah’ın verdiği bir imkan ve bir unvandır. Allah bunu verirken ırkın, kanın olanaklarını öne çıkarmamıştır.

Dine saygı ve bunun oluşturduğu duygusal zemini, Arapların üstünlüğüne basamak yapan aldatma, Arapları sevmenin bir din emri olduğunu da iddia etmiştir.

Arapları sevmeyi bir din emri haline getirmek Kuran’dan hareketle mümkün olmadığına göre “Allah ile aldatma pazarının” başka bir çare bulması gerekiyordu. Bulmuştur. Benzeri durumlarda başvurduğu ‘hadis uydurma yolu’na gitmiştir.

Allah’ın Elçisi sıfatını taşıyan bir benliğin bu sözleri söylemesini akıl ve idrak mümkün görmez. İslam’a ve Hz. Muhammed’ isnat edilmiş uydurmaların en çirkinlerinden biri de şudur:

“Ümmetimden ilk şefaat edeceklerim, beni görüp bana iman ederek beni tasdikleyen Araplardır. Onların ardından da Arapların beni görmeden bana iman edip beni görmek arzusu taşıyanlara şefaat edeceğim.”

Görüldüğü gibi, bu şefaat dağıtımında Araplardan başkasına bir şey vaat edilmemiştir. Resulü göreni-görmeyeni ile ne varsa Araplarındır.

Kuran, Araplarla ilgili olarak uydurulan bu sözlerin tam tersini söylemektedir.
  

 Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk “Allah İle Aldatmak” kitabı sf.152-167



0 yorum: