başarının sırrı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kişiler başarısız olmaz; olaylar başarısız olur. Kişiler öğrenirler

 
“Kişiler başarısız olmaz; olaylar başarısız olur. Kişiler öğrenirler” Donald Winkler Zorluklarla Başa Çıkabilen Lider Winkler, organizasyonel dilin bükülmesi gerektiğini söylüyor. Var olduğu ortamlarda “fakat” kelimesinin kullanılmasına izin vermiyor; daha yapıcı ve kapsamlı olan “ama”yı bağlaç olarak kabul ediyor. “Kişiler başarısız olmaz; olaylar başarısız olur. Kişiler öğrenirler” diyor.
Winkler, kullandığı dil olan, “zorluklarla başa çıkabilen lider”in dili, kendi oluşturduğu ve anlattığı organizasyonel değişim için bir strateji konumunda. Bu dili yıllar önce, mühendisken, sürekli gelişim ve farklı organizasyonlar için bir düşünce metodu olarak oluşturmuş. Winkler işe, her şeyi yazarak başlarmış. Dikkatli alınan notlar düşüncelerinin hayalinde canlandırmasına yardımcı olmuş. Amacı üzerine çok fazla düşündükten sonra amaçlarını gerçekleştirebilmek için kendi kişisel misyonunu nasıl sürdüreceğini de düşünmüş. “Eğer bir şey benim için işe yarıyorsa, iş içinde işe yaramalıdır” diyen Winkler sözlerine şu şekilde devam ediyor: “Organizasyon bir amaç üretmeli, hep beraber amaçları ve stratejilerin taslağını çıkarmalıdır. Zorluklarla başa çıkabilecek liderlik: ” Başka türlü gerçekleşmeyecek ya da başka türlü başarının gerçekleştiği bu yola sapamayacak bir şeyi yaratmaktır.” Yine, liderlik, kendileri emekleriyle bir yerlere gelmeyenleri o yerlerden almaktır.” Organizasyonda Liderlik Süreci Bu liderlik sürecinin, stratejik vizyon, amaç ve değerlerin yeniden değerlendirilmesiyle başladığını söyleyen Winkler: “İnsanları bir odada bir araya koyun. Kendilerine ve birbirlerine şu soruları sormalarını sağlayın: ” Biz neden buradayız? Amaçlarımız anlaşıldığında neye benzeyecek? Başarılı bir son hayal ettiğimizde ne göreceğiz?” Vizyonu gerçekleştirmek durumundayız ve bunu organizasyonda diğerleriyle paylaşmalıyız” diyen Winkler´in ilk uygulamasının amacı kişilerin yeni yollarla düşünmelerini sağlamak, yeni fikirlerini ortaya koymak ve bazı yenilikçi yaklaşımlar için anlara ilham vermekmiş.
Winkler´in iddiasına göre herhangi bir işte “var olan görüş” ve “daha iyi görüş” olmak üzere 2 görüş vardır. Var olan görüş statik yolu yansıtır ve sıkça seçilen bir yoldur. Daha iyi olan görüş ise sonsuz olasılıkların dünyasında en sık kullanılan yöntemdir. Hata Korkusu Çalışanların katılımcı olduğu “zorluklarla başa çıkabilen liderlik” seminerlerinde Winkler şu şekilde konuşuyor: ” Paradigma, düşünmeyi sınırlayan ve büyümeyi engelleyen bir kutudur. Bizim, bu kutunun içinde kalmamızın pek çok nedeni vardır. Fakat bir numaralı neden hata korkusudur. Bu kutudan kurtulmak için soru sormamız gereklidir. Büyümeyi engelleyen stratejik konular nelerdir? Onları belirlemeye nasıl başlarsınız? Hangi projeleri harekete geçireceksiniz?” Bu sorulardan bazıları. Kutudan kurtulduktan sonra ne geliyor? Vizyonu stratejiye dönüştürmek. “Bu yapabilecek en zor iştir” diyor Winkler. Zordur diyor çünkü uygulama, insanları, önemli olanın hangisi olduğuna karar vermeleri için, vizyonu pratikle hizaya getirmeye zorluyor.
Winkler konferanslarında işe, salondaki herkese birey olarak stratejik konulardan hangilerinin önemli olduğuna karar vermelerini isteyerek başlıyor. Bu durumun, birçok yönetici için zor olduğunu, ancak bir defa karar verildikten sonra sıranın tartışmaya ve görüşmelere geldiğini söylüyor. “İş yerinizdeki değerler değiştiğinde, zorluklarla gerçekten başa çıktığınızı bilmelisiniz” diyen Winkler sözlerine şu şekilde devam ediyor: “Bu değişiklikleri bir gecede göremeyeceğiniz kesindir. Bazı rakamların pozitif olduğunu görebilirsiniz. Fakat gerçekten bir şeyler gerçekleştirdiğinizi görmek istiyorsanız iş yerinizin kültürünü üç ya da beş yıl gözlemlemelisiniz.”
Sevgiyle kalın
Alıntı: Funda TAŞDEMİR Kaynakça : Los Angeles Times Syndicate Int. / Dünya Globus Yayın Grubu -2001 Ekonomi-

Her başarının altında disiplin vardır.

“Okuldan benim ‘yazıhane’m aşağı yukarı 15 dakika… İstanbul’un en güzel bölgesinden, Beyoğlu’nun arka sokaklarından, Ceneviz havasının Levanten rüzgarlara karıştığı eski Rum apartmanlarının arasından, Ermeni kalfaların yaptığı binaların önünden geçerek, o gün yapacaklarımı planlayarak ve erken kalktığım için kendimden memnun olarak, sabahın sessizliğini, şehrin ilk kokularını, daha ısıtmayan güneşi hissederek, sokağı ezbere bilen ayaklarım, beni yoluna alışmış bir ada eşeği gibi yazıhaneme getirir. (Ada eşeği gibiyim)
Romanıma sabahlar hakim oldu
“Eskiden geceleri çalıştığım için şehrin karanlığını, gecesini bilirdim. Kimi zaman gece yazının başından kalkardım, Nişantaşı’nda, gece de açık olan sandviççilerden bir şeyler alırdım. Gece yarıları şehrin sokaklarına çıkan orospuları, arabaları, ne olduğu belirsiz, bağıra çağıra geçen çöp ve polis araçlarını, gece yarısı piyasaya çıkan köpek çetelerini tanırdım.
İstanbul’un gece sessizlikleri, neon lambalarının ancak gece fark edilen çıtırtısı, bir yerde bir kedinin devirdiği bir kutu, tek tük çöpleri karıştıran ve gündüzleri asla göremeyeceğiniz garibanlar… Bunlar romanlarımda çok yer almıştır. Sebebi benim de geceleri 4′lere kadar oturmam ve kimi zaman o saatte, yazıhanemden çıkıp eve dönmemdi. Fakat kızım doğunca İstanbul’un bu gece hayatı kapandı. Romanlarıma daha çok sabahlar hakim olmaya başladı; ‘tek tük geçen arabalar ve eski otobüsler, poğaçacıya eşlik eden salepçinin kaldırıma konup kalkan güğümleri ve dolmuş durağının değnekçisinin düdüğü’ vs.”
Yazıhaneme girer girmez…
“Yaptığım ilk iş kahvenin başına koşmaktır. Sabahları fazla gazete okumam. Şöyle bir bakarım o kadar… Öyle gerinip yatakta vakit geçirmekten hiç hoşlanmam. Baskına uğramış asker gibi, kedi gibi kalkarım ve 8 dakikada kahvaltı sofrasında olmayı tercih ederim. 16 dakikada da evden çıkarım. Gazete okumam. Çünkü bu tempomu böler. Ülkesinin dertleriyle ilgilenen roman yazarının maneviyatını, moralini bozar gazete… Güne kötü başlamasına neden olur.”
Yüzlerce kuralın olmalı
“Terbiye edilmiş bir makine gibi yazının başına geçerim. Bazı törencikler, bazı kurallar, ezberlenmiş alışkanlıklar beni disipline eder. Okurlarım hep ‘Nasıl iyi yazılır?’ diye sorarlar. Benim buna cevabım şudur:
Yazarlık çok disiplinli bir iştir. Yüzlerce kuralınız olacak. Bunlar sizi çalışmaya itecek. Geleceksin. Kahveni yapacaksın. Ve küçük törencikler başlayacak.
Neler onlar? Masa üzerinde kahven, küçük kağıtların, yapılması gereken işlerin olur. Telefonu kaparsın, kendi kendine volta atarsın. Masanda oturursun. Seni çalışmaya zorlayacak şeyleri yaptıkça mutlu olursun. Onların mutluluk olduğuna inanırsın. Bu bağlamda disiplin ya da kurallar dışardan bakıldığında saçma gibi görünür ama aslında o törenlerden çok, o törenlere boyun eğmek önemlidir. Yazarlıkta da benim dışarıdan saçma gözükebilecek törenlerim, alışkanlıklarım aslında beni bütün gün, sayfaya boyun eğmeye, yazıya hürmete sevk eder.”
Kendimi döve döve yazar yaptım
“Bir anlamda kendimi kurallarla döve döve, kendimi ite ite, terbiye ede ede yazar yapmışımdır. Böyle yazar olunur.Yazarlığı gösterişli jestler, büyük dramatik hayatlar sanıyorsanız, bundan bir an önce caymanız lazım. Küçük bir odada, kendi kendinize, küçük alışkanlıklarınızla iğne ile kuyu kazarak ve aslında bütün gün bir sayfaya bakarak ve bunu yapmayı severek, hayal gücünüzü işleterek yaşamayı göze alabiliyorsanız, yazarlık serüvenine girişebilirsiniz.”
Takılınca volta atmaya başlarım
“Yaptığım ilk iş, Hemingway’in öğüdüyle, önceki gün yazdıklarımı okumaktır. Bu beni hem romanımın havasına sokar hem de yazdıklarımı yeniden değerlendirme şansı verir. İyi mi, kötü mü olduğuna hemen karar veririm: Gaddar bir günümdeysem hemen cart curt yırtar atarım. Bu yüzden de telli dosyalara yazarım.
Elimi korkak alıştırmamışımdır. Yırtmak en büyük eleştiridir. Eleştirmenler bizim kitaplarımız çıktığı vakit, kenarından, köşesinden en fazla ‘kemirebilirler’ ama biz yazarlar, onlar bizi öldürmesin diye daha başta cart diye yırtarız. Yazarlığın temel sırlarından biri yırtıp atmak, biraz daha iyi bir sayfaysa silip değiştirmektir.”
Güzel cümleyi yarına sakla
“Bütün mesele odur işte… İlk cümleye başlayabilmek… O güne iyi başlamak, o günün ilk cümlesini bir an evvel yazabilmek… Yine üstadımız Hemingway’in çok güzel bir öğüdü vardır bu konuda:’Akşam gün biterken yazılacak iyi bir cümleniz varsa onu yazmayın. Onu ertesi sabaha bırakın ki, sabah hemen yazmaya başlayabilesiniz’ der. Buna uymuşumdur. Yani ‘Ahmet kapıyı açtı, elinde tabancası vardı. Korkuyordu’ cümlesi hazırsa onu yazmam, ertesi sabaha bırakırım. Sabah da, önceki gün yazdıklarımı okuyup hemen o cümleyi oraya oturturum.
Çok yazdım, kesin kötü oldu
Bu cümleyi yazdıktan sonra genellikle ikincisi, üçüncüsü gelir. Sanki cümleler size kendilerini sunarlar. Olaylar ‘Ben de olmak istiyorum, ben de olmak istiyorum’ diye bağırırlar; cümleler ‘Ben de gözükeyim’ diye yalvarırlar. O sahneleri, o karakterleri aslında aylarca, yıllarca düşünmüşsünüzdür ama onların cümleye geçmesi sanki var olmaları anlamı taşır.
Genellikle beş-altı cümle yazdıktan sonra takılırım. Çünkü o bana çok gelir. Çok yazdığıma göre mutlaka bir yerde gevşeklik yapmışımdır. Kötü bir şey yazmışımdır. ‘Dur şunu yeniden okuyayım’ derim. Okurum. Mutluluktan ve bu gerginlikten ayağa kalkar, yürümeye başlarım. Bütün gün yaptığım asıl iş budur işte.
Volta atarım. Ben hapiste yatmadım ama Türk edebiyatından ve filmlerden volta atmayı bilirim. Birçok Türk yazar hapislerden yetiştiği için volta atarak çalışmıştır. Benim günümün çoğu da sayfa üzerine bir şeyler yazmakla değil, volta atmakla, yani evin içinde disiplinli bir şekilde bir yerden bir yere hızlı hızlı gidip gelmekle geçer. Bir koridor voltam vardır, uzun. Bir de salon voltam vardır, daha kısa… Karıştıra karıştıra günü doldururum.
Volta atarken romanıma bundan sonra girecek isimleri düşünürüm, onların etrafında yürüdüğümü düşünürüm. Cümleyi içimde hissetmişimdir. Onu yazmak için büyük bir istek duyarım.”
Birden dökülüverirler
“Ruhum harekete geçemiyorsa, kendini çok engellenmiş ve kötü hisseder. Ezilir sanki. O zaman hiç olmazsa vücudum hareket etmek ister ve yürümeye başlarız. Yürürüm… Yürürüm… Cümlenin etrafında da döndüğümü, sağını solunu kurduğumu düşünürüm. En sonunda o cümle bana gelir ve onu yazarım. Yalnız o cümleyi değil; ağacı sallayınca bir armut yerine beş-altı armut dökülmesi gibi, beş-altı cümle birden dökülür. Onları toplarım. Memnunumdur, yorgunumdur. Tekrar volta…
Matematik problemi çözen bir lise öğrencisi gibi bir buzdolabını karıştırırım, bir yazı okurum. Kafam dinlenir. Sonra kafamın orduları tekrar toparlanmaya başlar. Tekrar bir ağaç sallanır. Tekrar volta… Zaman böyle geçer. Yazma sürem kısıtlıdır. Vaktimin çoğu onun etrafında orduları toplamak ve düşünmekle geçer.”
Baba, kitabın çıkmış, gördüm
“Artık ne yazık ki eskisi kadar heyecanlanmıyorum. Eskiden mesela ‘Cevdet Bey ve Oğulları’nı ilk defa vitrinde gördüğümde ne kapağını biliyordum ne de nasıl dizildiğini…
Şimdi ise itiraf edeyim, her şeye karışıyorum. Ukalalığımla kapağa da içeriğine de karışıyorum. O yüzden de kitabı elime aldığımda hiç şaşırmıyorum.
Bu sefer hayret eden kızım oldu. ‘Benim Adım Kırmızı’yı kızıma ithaf etmiş, kahramanına da onun adını vermiştim. Bir gün bir kitapçıda el yazısı ile ‘Orhan Pamuk’un yeni romanı çıktı’ yazısını görmüş. Telaşla bana telefon etti. ‘Baba kitabın çıkmış, gördüm’ dedi. Sevinerek zıplamaya başlamış. Artık yeni kitap heyecanımı kızıma devrettim.”
Mutlaka kahvem ve mide ilacım
“Benim Adım Kırmızı’yı bitirirken bir ara çok yoruldum. Öyle dönemlerde hatalarımız, küçük kusurlarımız bize dünyanın en büyük felaketleri olarak görünür. Bunlara tahammül edemeyeceğimi, rezil olacağımı ve herkesin ‘Gördün mü, neler saçmalamış’ diye bana bakacağını düşündüğüm bir dönemimdeydim. Romanın son düzeltmeleri üzerinde çok çalışmıştım. Kendime bir eğlence aradım. Onun ne olduğunu biliyordum.
Bir arkadaşla Steven Spielberg’in ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’ filmine gittim. Sinema ağzına kadar doluydu, ön sıraya oturdum. Neredeyse perde beni kuşattı. Dolby sinema sarsıldı, müzik bütün vücuduma sızıp dolaştı. Ben filmin içindeydim sanki, o savaşın, o korkunç dehşetin içindeydim. Ve dehşet de çok güzeldi. Kendimi unutmuştum. Filmi seyrederken o kadar mutlu oldum ki sonunda bu, bir mutsuzluğa dönüştü. Çünkü o anda sinemanın romandan daha üstün bir sanat olduğunu düşündüm. Çünkü sinema en yorgun, en yıkık anımızda bile bizi içine alabiliyor. Bizi teselli edebiliyor. Bize dünyayı unutturabiliyor.”
İlaç, sigara ve kahve
“Masamdaki mide ilaçları yazarlığımın küçük törenlerinden biridir. Yazarken ara sıra ağzıma bir tane mide ilacı atarım. Cümle istediğim gibi olmamışsa midemde asit salgılaması artar çünkü… Bir hap belki midemin işine yaramaz ama kafama yarar.
Yıllarca sigara içtim, gittikçe de çok içiyordum. Bir elimde sigara, bir elimde dolmakalem vardı. Ve bundan korkmaya başladım. Ölüme dört nala gittiğimi fark edip sigarayı irade ile bıraktım. Ama kahve içmeye devam ediyorum. O da bir küçük törenciktir. Masamdan kalkarım, kahveyi bastırırım. ‘Kara Kitap’ta da yazdığım gibi, sabırsız adamın anlamsızca buzdolabını karıştırması, sanki birisi yeni bir şey koymuş gibi, boş boş içine bakması, tekrar yürümesi, tekrar kahve makinesi, bütün bunlar yazarın vazgeçilmez alışkanlıkları, günlük törenleridir.”
Bütün dünya ‘Yaz artık’ diye bağırır
“Geçen yaz ıssız bir adadaydım ve günde 12 saat çalışıyordum. Çok da memnundum. Adaya çekildiğim zaman romanımdan başka bir şey düşünmem. Kimse beni aramaz. Beni görmez. Telefonları başkası açar. Dünyadan kopmuşumdur. Ama o zaman insan kafası, ruhu bir lokomotif şeklini alır; hızla yeni fikirler üreterek, fikirleri birbirine katlayarak, zincirleri birbirine birleştirerek durmaksızın düşünür. Yazacağım şeyler, ben olurum; kitap sanki bana dönüşür. Düşüncelerle birleşirim.
Sabah kalkar duşa girerim, her yerime su değil, romanın düşünceleri akar, denize girerim, sırt üstü yatar düşünürüm. Sanki deniz, romanımın bir parçası olmuştur. O zaman verimliliğim olağanüstü artar.
Gece 9.30′da yatıp, sabah 3.30′da kalkıyordum bir dönem… Sabah 10′a kadar yalnızca kahve içerek ve olağanüstü yazıyordum. Böyle sessiz bir ortamda sanki bütün dünya sana ‘Yaz artık. Yaz’ diye bağırır, ‘Görüyorsun. Bir zamanlar zor zannettiğin şey ne kadar kolay’ der. Doğa da hayat da basittir. Her şey yalandır, her şey senin yazmam içindir ve siz yazmaya devam edersiniz.”
Telefonun fişini çekerim
“Genellikle cevap vermem. Fişini çekerim. İsteyen bana faksla ulaşır. Bir zamanlar telesekreter kullanıyordum. Ama o da bana Gabriel Garcia Marquez’in ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ta bahsettiği oturağı hatırlatıyor. Orada çok kalabalık bir ailenin tek bir helası vardır. Herkes sabah helaya gitmek için kuyruk olur. Bunu da herkese oturak vermekle çözerler. ‘Ama oturak da sorunu çözmedi, sadece erteledi’ der Marquez; ‘Çünkü akşam bu kez de oturağı boşaltma kuyruğu oluyordu.’
Telesekreter de öyledir. Cevap makinesine not bırakanları geri ararsınız, çoğunlukla bir seferde bulamazsınız. ‘Kusura bakma seni arayamıyorum, benimle konuşmak istemişsin ama aslında konuşacak bir şey yok’ demek için peşinden koşarsınız. Bu, sorunu çözmez. Yalnızca erteler ve büyütür. Onun için telesekreter de kullanmıyorum.”
Kalemin boş kartuşlarını saklarım
“Kartuşlu dolma kalem kullanıyorum. Boş kartuşları da saklıyorum, tıpkı bir avcının boş kovanları saklaması gibi… Çünkü kartuşu boşaltmak, bana çok yazdığımı, yol aldığımı gösterir. Yazım, düzeltile düzeltile biraz arapsaçına döner. O haliyle yayınevine yollarım. Şimdi daha ‘ünlü’ bir yazar olduğum için yayınevindeki arkadaşlar sağolsunlar nazımı çekiyorlar. O el yazısı sayfaları İletişim Yayınları’nın Avrupa şampiyonu dizgicisi Hüsnü Abbas dizer. En okunmaz yazımı okur ve çok büyük süratle yazar. Bazen ben yazmasam bile onun romanı iyi yazdığını hayal ederim.”
Bir roman nasıl başlar?
“Bir roman bir düşünceyle başlar. Derim ki kendi kendime, ‘Resimle ilgili, nakkaşlarla ilgili bir roman yazayım’. Bu, genel düşüncedir. Ama bir de bunun tomurcuğu mu desem, bir sahnesi, bir anı, bir durumu, bir kahramanı, hayata bağlı bir yanı vardır. Bu ikisi birbirine denk düşmeyebilir. Ama ne zaman ki bu fikirle gelen bir kahramanı merdivenlerden inerken görürsünüz ya da bugün söylediğiniz bir cümle o zamana cuk oturur, ne zaman bir ayrıntıyı içinizde hissedersiniz, roman işte asıl orada başlar ve onu yazmaya koyulursunuz.
Romanın bir de bilgi edinme süreci vardır. Mesela ‘Benim Adım Kırmızı’ için ben ta 1990′da kütüphaneye girmişim. Defterimin ilk sayfasında şu not var:
’1 Haziran 1990… İran ve Türk minyatür sanatı üzerine bazı kitaplar istedim. Kitapları kütüphane memuru raflardan bulup getirmeye gitti.’
Masada beklerken kendi kendime bu notu almışım. O gün kitapları okumaya başladım ve roman tam dokuz yılda çıktı.”
Çalışırken eve müzik girmez
“Müzikle, aşk ve nefret ilişkim var. Müzik benim için bir teselli aracı… Diyelim ki hayatta yenilmişimdir, kederliyimdir, işler istediğim gibi gitmemiştir; o zaman müziği açarım. Müzik beni defterlerimden uzaklaştırır. Teselli eder. Son derece tutucu ve yararcı bir müzik anlayışım vardır. Bana ilham verip coşturmaz. Verse bile verdiği ilham, asla yazıya dönüşmez. Onun için müziği olduğunca hayatımdan uzak tutuyorum. Çünkü yazım için gereksindiğim şey, teselli değildir; biraz saldırgan, muzır, girişken bir ruh halidir; kimsenin girmeye cesaret edemediği bir toprağa girip orayı ele geçirme durumudur. Böylesine muzır, girişken, saldırgan, yırtıcı, haksızlık etmeyi göze alabilen, adil olmaktan çok, atak olan, başkalarının canını yakabilen bir ruhun, müziğe ihtiyacı yoktur. Bilakis benim yazdıklarımı okuyacak olanların müziğe ihtiyacı olabilir diye düşünürüm. Ben müzik dinlersem başkalarında bu isteği uyandıramam.”
Günde bir sayfa
“20 senedir yazıyorum. Yazdığım sayfa sayısını topladım, böldüm, çarptım. Hesabıma göre senede 300 güne yakın çalışıyorum ve 170-180 sayfa yazıyorum. Demek ki ben aslında günde 0,75 sayfa yazıyorum. Bir sayfa yazamıyorum ama bütün günüm burada geçiyor. Tabii bazen şöyle oluyor: 15 gün uğraşıp 10 sayfa yazıyorsunuz, sonra hepsini çöpe atıyorsunuz.”
Romanı bitirmek, liseyi bitirmek gibi
“O gün, lise bittiği gün ne olursa o olur. Birdenbire önünüzde dünyanın sınırsızlığı açılır; hem mekan hem zaman olarak… Yapılacak şeyler birikmiştir. ‘Bitirince yapacağım’ diye ertelediklerinizle bir baş dönmesi yaşarsınız. Hayat olağanüstü güzeldir. Herkes niçin gülümsemiyor diye şaşarsınız. Ama bu, üç gün sonra geçer ve bakarsınız ki o üç gün doğru düzgün bir şey yapmamışsınızdır. Çünkü kendinizi sıkmamışsınızdır. Hepsinden, bir ucundan yarım yamalak tatmışsınızdır.”

Kaynak: Milliyet / Can Dündar

Kendini değiştir Hedefini 12 den vur!

Önce biz değişeceğiz. Ama geniş anlamda bir değişim ve paralelinde bir gelişim hedeflenmişse bu yetmez. Sağlam, aklı başında bir vizyon ve bu vizyon için enerji şarttır.
Değişimden, değişmekten söz açıldığında “Değişim, değişmeyen tek şeydir” ya da “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” şeklindeki ifadeleri pek çoğumuz hemen anımsarız. Değişimi en net ve en açık şekilde açıklayan bu söylemlerin ışığında rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bu eylem şarttır. Yani değişime, değişmeye mecburuz. Peki önemi sıklıkla vurgulanan bu değişim kavramı neden şart? Bu sorunun cevabı aslında çok açık. Çünkü değişmezsek, değiştirmezsek; yenilenemeyiz, gelişemeyiz, ilerleyemeyiz.
Bu hayatın çok güzel bir yerinde, çok özel şartlara sahip olmuş olabiliriz. Ancak zaman ilerledikçe bulunduğumuz noktada kalır ve daha ileriye gitmeyi hedeflemezsek ne kadar özel bir konumda olursak olalım, belli bir zaman sonra içinde bulunduğumuz durumumuzu da koruyamadığımızı görürüz. Bu gerçeği göz ardı etmemek çok önemlidir. Aslında bu gerçeği göz ardı etmemek ya da bir başka ifadeyle bu gerçeğin farkında olmak tek başına yeterli değildir. Çünkü harekete geçilmezse bu farkındalık hiçbir işe yaramaz. Değişim için hareket şarttır. Sonuç olarak şunu unutmamak önemli; olmamız gereken şeyi olduğumuz gibi kalarak olamayız (Max de Pree). Değişmesi gereken her şey değişmeli. Belki de ilk etapta kendimiz. Çünkü değişim sürecini gerçekleştirecek olan bireyin değişmeye ihtiyacı varsa ve bunu başaramıyorsa zaten yola çıkılamamıştır. Bu sürecin başarılı sonuçlar vermesi belli başlı şartlara bağlıdır. Evet, önce biz değişeceğiz. Ama geniş anlamda bir değişim ve paralelinde bir gelişim hedeflenmişse bu yetmez. Sağlam, aklı başında bir vizyon ve bu vizyon için enerji şarttır. Sahip olunan bu enerji ile harekete geçilmelidir. Çünkü eylem olmadı mı vizyon bir rüyadır. Vizyon bu eylemin sebebidir, yani vizyon olmazsa eylem zaman öldürmektir. Sadece eyleme sahip bir vizyon dünyayı değiştirebilir.
Hedefi Vurmak, Hedefe Ulaşmak
Değişmezsek, değiştirmezsek gelişemeyiz dedik. Vurguladığımız gibi, zaten değişimin asıl amacı da sürekli gelişimdir. Bu iki kavram birbirini tetikler niteliktedir. Bir kişi değişim ve gelişim sürecini yaşamaya başladığında, bu durumun devamı için de çalışmalarını aralıksız sürdürür. Çok geniş anlamda düşünebiliriz bu kavramları. Kişisel gelişim, sosyal gelişim, her türlü maddi ve manevi gelişim… Aslında, bir anlamda hayatın her alanında güçlü olabilmektir de diyebiliriz. Kişi değiştikçe geliştiğini görmüştür ve bu gelişim sürecinin durmasını, duraksamasını istemez. Değiştikçe gelişir, geliştikçe değişir. Bu durum kişisel başarısını artırmakla beraber çevresini de etkilemeye başlayacaktır; çünkü hem bu birey hem de çevre bu gelişim süreci için karşılıklı hareket etmeye başlayacaktır. Kişi çevresini değiştirmeye çalışırken, çevresi bu durum karşısında olumsuz bir duruş sergilemez, aksine bu değişim ve gelişim için isteklidir.



Keşfedilmeyeni Keşfet
  Pozitif değişim için sahip olmamız  fereken erdemlerin başında sabır gelir. İsteklerimizi bir anda elde edemeyebiliriz. Ve vurguladığımız istekler sıradan ve basit olmayan nitelikli düşüncelerin ürünüdür. Ayrıca değişim ve beraberindeki gelişim sürecinin sürekliliği, sürülen hayatın kalitesini ne denli artıracak, bu durum yaşandıkça idrak edilebilir. Öncelikle inanmalı, daha sonra yapılması gerekenleri büyük bir özenle yapmalıyız. En sonunda da sabırla gelişmeleri beklemeliyiz. Tüm bu hamlelerin ardından, her şeyin olumlu yönde değiştiğini izlemek, sürpriz olmayan sonuç olacaktır. Bu andan itibaren tek bir şey yapmanız gerekir; bu hazzın tadını çıkarmak…
     “Uzakdoğu’da yetişen bir bambu türü olan Moso, dikildikten sonra, 5 yıl boyunca en ideal şartlar altında dahi hiçbir gelişme göstermez. Sonra sihirli bir el dokunmuş gibi, birdenbire günde 40-45 cm kadar büyümeye başlar ve nihayet 6 hafta içinde yaklaşık 27 metrelik boyuna ulaşır. Aslında sihir değildir yaşanan. Moso ağacının duruyormuş gibi yapıp birdenbire büyümesinin sebebi, 5 yıl boyunca toprağa sabırla saldığı yüzlerce metrelik kökleridir.”
Farkını yansıt, değiş, geliş, keşfedilmeyeni keşfet, yücelerin içinde yüksel. Sonunda tek ol! Çünkü…
Bir sır daha var, çözdüklerinden başka
Bir ışık daha var, bu ışıklardan başka
Hiçbir yaptığınla yetinme, geç öteye
Bir şey daha var, bütün yapıtlardan başka…
(Ömer Hayyam)

Olaylara tepki vermek

    Çevremizde olan olaylar başımızın üzerinde esen rüzgarlar gibidir. Aklımızın yelkenleri, olayları yorumlama şeklimizdir. Aynı nehirde esen aynı rüzgar ile farklı gemiler farklı yönlere gidebilmektedir. Farkı yaratan, rüzgarın hangi yönden estiğinden çok, yelkenlerimizi nasıl tuttuğumuzdur.
  • Düşüncelerine dikkat et, söze dönüşür,
  • Sözlerine dikkat et, eyleme dönüşür,
  • Eylemlerine dikkat et, alışkanlık olur,
  • Alışkanlıklarına dikkat et, kişilğin olur,
  • Kişiliğine dikkat et, kaderini biçimlendirir.
     Motivasyon sigaradan çıkan dumana benzer, onu görebilirsiniz ama onu tutamaz, cebinize koyamaz, kontrol edemezsiniz. Hayatınızı kontrol altına almak istiyorsanız, işinizi motivasyon perisine bırakmak istemezsiniz.

Başarmak sizin elinizde!

Hep bir şeylerin peşindeyiz hayatta. Şunda daha iyi olmam lazım, bunda daha başarılı. Önce ilkokulda "5 pekiyi aferin"ler, sonra lise ve üniversite giriş sınavlarında daha çok net daha az yanlışlar, hep başarıyı kovaladık. Biraz araştırma biraz da sınav sisteminin bize uygun gördüğü bölümde okuyup bir meslek sahibi olduk. Çoğumuz iş yerinde ilişkilerimizde, kariyerimizde ve de para kazanma konusunda arıyoruz başarıyı. Yani vazgeçemiyoruz başarıdan, yaşımız yedi de olsa yirmi yedide de... Bir alanda başarılı olmak yetmiyor diğer bir alanda arıyoruz başarıyı. Mutluluk da başarıyla geliyor çünkü.
 
Peki ya başarısız olunca, işler istediğimiz gibi gitmeyince? İster üniversite giriş sınavında ister üniversitede okurken ya da iş ararken zorluklar hep yanı başımızda. Zorluklar öyle ya da böyle hepimiz için ortak olsa da, aslında bizleri birbirimizden başarısızlığa nasıl yaklaştığımız, nasıl algıladığımız ayırıyor. Çoğu zaman karşılaştığımız zorlukları, yaşadığımız olayları değiştirme şansımız olmasa da bakış açımızı değiştirerek ilerlemek mecburiyetindeyiz. Ne kadar olumlu ve gerçekçi olursak o derece önümüze çıkan fırsatları daha iyi görürüz. İlla Polliana’cılık oynamamıza da gerek yok; bardak yarı dolu deyip. Gerçekçi olalım, bardağın yarı dolu-yarı boş olduğunu bilelim yeter.
 
Zorluklardan, sorunlardan kaçarak ömür geçirilemeyeceğine göre, bir yerlerden başlamamız, önce kendi kabuğumuzu kırıp dışarıdaki zorluklardan önce içimizdeki engelleri aşmamız lazım. Başarısızlıklarımızın ardındaki bahanelere bakmak da lazım tabi.
"Ben yapamam ki?"   
"Bu yaştan sonra da öğrenilmez ki?"   
"Ah vaktim olsa gideceğim ama?"   
"Beni almazlar ki oraya."
 
Mademki başarıyı bu kadar çok istiyoruz, o zaman hayata teslim olmak yerine mücadeleyi de göze almak gerek? Ve en önemlisi, bizim dışımızdaki koşullar kötü de olsa, motivasyonumuz sayesinde en az seviyede etkilenerek yolumuza devam edebilmek. Bunun en güzel örneklerinden birini geçtiğimiz günlerde gündemi fazlasıyla işgal eden milli koşucumuz Süreyya Ayhan’da yaşadık. Onca eleştiriye, medyanın üzerine sürekli gitmesine rağmen o yılmadı, geriye çekilmek yerine daha da ileriye gitti. O kendi hayatında yaşadığı zorluklarda bunu yaptı. Peki ya bizler ve bizim zorluklara karşı tutumumuz nasıl?
 
Yaşanan başarısızlıklar için şanssızlık demeyelim lütfen! Şans, doğru zamanda doğru yerde olmaktır. Şu anda bulunduğumuz yerden, sahip olduklarımızdan ya da olamadıklarımızdan memnun değilsek "şanssızlık" deyip kaçmamak lazım sorumluluktan. Hayat tercihlerimizde, yaptığımız seçimlerde şekillenmiyor mu? Şu anda okuduğunuz okulu/bölümü ÖSS tercihlerinize yazmasaydınız sınavda daha az/fazla soru yanıtlasaydınız ya da belki de yurtta değil de bir ev arkadaşı bulup ev tutmayı seçseydiniz hayatınız kim bilir nasıl olurdu?
 
Öyleyse doğru zamanda doğru yerde olmak -tüm zorluklara rağmen çoğu zaman- bizim elimizde; karşılaştığımız olaylardaki tutum ve davranışlarımızla belirleniyor. Aslında şansla, tesadüfle açıkladığımız yaşadığımız nice olayı da bizim tercihlerimiz belirliyor. İşte bu nedenle, başarılı olmak istediğimiz her konuda, ister iş veya okul ister ev yaşamımız, ister eşimizle ya da sevgilimizle olan ilişkimizde tutum, davranış ve tercihlerimizle yaptıklarımızdan bizim sorumlu olduğumuzun farkında olmamız gerekiyor.
 
Yani ister inanın ister inanmayın söylenilenler doğru:
Başarmak sizin elinizde!

Kaybetmek için doğanların 10 ortak özelliği

Bir şeyi yapmanız gerektiğini biliyorsunuz. Onu niçin yapmanız gerektiğini de biliyorsunuz. İsterseniz nasıl yapabileceğinizi de biliyorsunuz. Yapmamakla neler kaybettiğinizi de biliyorsunuz. Yaparsanız neler kazanacağınızı da biliyorsunuz. Elinizi kolunuzu bağlayıp, yapmanızı engelleyen birileri de yok.


başarısızlık nedenleri

Bir filozof, “Hayat doğduğumuzda hepimize bir mermer bloğu verir. Bazılarımız ondan güzel bir heykel yaparız, bazılarımız ise hoyratça peşimizden sürükleyip paramparça ederiz” demişti. Kaybedenler de kazananlar gibi benzer ve farklı özelliklere sahiptir. Bazıları Leonard Cohen’in deyişiyle ‘görkemli kaybeden’dir. Bazıları ‘yokluğu anlaşılmaz’dır. Bazıları kaybederken başkalarına da zarar verir. Bazıları ise ‘sadece kendine zararlı’ kaybedendir. Kazananlar gibi kaybedenler de, ‘felsefeli kaybedenler’ ve ‘felsefesiz kaybedenler’ diye ikiye ayrılabilir.
Kazanmak gibi, kaybetmek de bağımlılık yapabilir. Kaybetmişliğiyle barışmanın ötesine geçip, kaybetmeyi kimlikleştirmek de mümkündür. Bu bağlamda ‘param yok’ demekle, ‘ben fakirim’ demek arasında dağlar kadar fark vardır. Kaybetmeyi kimlik haline getirmek, -ki bunun Türk usulü versiyonu arabeskleşmedir- kaybetmeyi kalıcı ve ‘sürdürülebilir’ hale getirir.
Hiç kimse durduk yerde kaybeden olamaz. Kaybeden olmak için de bazı şekillerde düşünmek, bazı şekillerde davranmak, bazı şeylere inanmak gerekir. Kaybeden olmanın da yapılacaklar ve yapılmayacaklar listesi vardır. Kaybetmek için doğanlar pek fark etmeseler de, kaybetmek için de çaba harcamak gerekir!

Peki hayat oyununda kaybetmeye yatkın insanların, düşünce ve davranışlarında sıklıkla karşılaşılan ortak özellikler nelerdir?

1- İç disiplin yetersizliği

Başarısız insanların birinci ortak özelliği, irade gücü zayıflığıdır. Kendini içinden disipline ederek, bir amaca doğru harekete geçirememek bu insanların en büyük eksiğidir.
İrade gücü, insanın kendi iç güçlerini bir mercek gibi toplayıp, bu gücü bir amaca yöneltmektir. İradesi zayıf olduğu için kendini kontrol edemeyenlerin, olayları ve diğer insanları yönetmesini beklememek gerekir.

2- Zaman kullanım bilincinde zayıflık

Başarılı ya da başarısız herkesin 24 saati vardır, farkı yapan bu zamanı nasıl kullandıklarıdır. Başarmak istediği işleri, bir zaman çerçevesine oturtup, yani ‘işleri takvime bağlayıp’ sonra da kendini o programına göre denetleyenler, iyi bir kişisel organizasyon sistemi kurmuştur.
Belli bir amaç ve yön duygusuyla hareket etmeyenler, zamanının değerini de bilemez. Yapılacak işleri olanlar için zaman geçer, bir amacı olmayanlar içinse zaman döner! Sabah olur, öğlen olur, akşam olur, tekrar sabah olur!

3- Başarıyı dış faktörlere bağlama eğilimi

Bernard Show ünlü esprisinde, “Başarı tamamen şansa bağlıdır, inanmıyorsanız başarısızlara sorun!” der. Başarısızların, hayatlarındaki sonuç-ları kendi karar ve seçimlerine bağlamak yerine, kader, kısmet, şans ve şartlar gibi dışsal faktörlere bağlama eğilimi yüksektir.
Egolarını savunmak ve öz saygılarını korumak için, başarısızlığı “Rüzgar karşıdan esiyordu, hakem karşı tarafı tutuyordu” gibi dış faktörlere bağlarlar. Bu tutumun tehlikesi nedir? İnsanlar başkalarını ve şartları çok fazla suçlarsa, öğrenmeye zaman bulamaz.

4- ‘Saydı’ tipi düşünmeye yatkınlık

Başaranlar, önlerindeki şartlardan nasıl başarılı bir sonuç çıkarabileceklerini düşünür. Başarısızlık merkezli düşünenler ise, ‘başka şartlarda olsa-lardı’ neler yapabileceklerini anlatıp durur. Bu ‘saydı’ tipi düşünmedir. Bu tür kadınlar, ‘erkek doğsalardı’ neler yapabileceğini anlatırken, bu tür erkekler ‘kadın doğsalardı’ neler yapabileceklerini sayıklar.
Daha ilkokula bile gitmemiş olan İbrahim Tatlıses, “Urfa’da Oxford olsaydı, biz de giderdik” der! Kısacası, başarı sonuç alır, sevinir ve susar. Başarısızlık konuştukça konuşur. Çünkü elinden iş gelme-yenlerin, dilinden çok söz gelir! Cenap Şahabettin’in deyişiyle “Yerinde sayanlar yürüyenlerden daha çok gürültü çıkarır.”

5- Arabeskleşmeye yatkınlık

Başarısızlığa götüren tavırlardan biri de arabesk düşünmeye yatkınlıktır. Arabesk hayat görüşü sürekli bir ‘başarısızlık beklentisi’ içindedir. Kendini ‘bela paratoneri’ gibi görür.
Arabesk söyleyerek başarılı olunabilir ama arabesk bir dünya görüşüyle başarıdan başarıya koşmak pek mümkün değildir. Arabesk tavırlılar, söylemek yerine söylenmeye yatkın; anlatmaktan çok alınmaya eğilimlidir. Sürekli bir ‘kurban psikolojisi’ içinde kıvranır. Eziklik ile ezme içgüdüsü arasında savrulur, ‘doğru dozda tavır’ sorunu yaşarlar.

6- Atalet ve tembelliğe yatkınlık

O halde sizin içinizde olup, sizi durduran nedir? Atalet!
Atalet, miskinlik, tembellik, üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi hareket etmek, yılgınlık demektir. Kaybedenlerin ana ruh hali, tembellik ve atalet psikolojisidir.

7- Kaybetme korkusundan kazanmaya kalkışmama

Bİr araştırma insanların “Ya başaramazsam” diye korkanlar ve “Ya başarırsam” diye korkanlar diye ikiye ayrıldığını göstermiştir. Pek çok insanda, başarısızlık korkusundan çok ‘başarı korkusu’ olduğu ortaya çıkmıştır.
Başarı korkusu, bazı kişiler-in başarılı olunca samimiyetlerini kaybedeceklerini, arkadaşları tarafından eskisi gibi sevilmeyeceklerini, ‘insanların onlara çıkarları için yaklaşacağını’ düşünüp, başarıdan uzak durması demektir.
Önemli bir diğer grup ise, ‘ya başarılı olduktan sonra zirvede kalamaz, gördüğümden eksik yaşarsam’ kaygısıyla başarıdan uzak durmaktadır. Kısacası, başarısızlar hem ‘ya başarırsam’dan, hem de ‘ya başaramazsam’dan korkarlar!

8- Psikolojik iç sabotajlara yatkınlık

Başarısız insanların beyninde, psikolojik iç sabotaj mekanizmaları bolca bulunur. Beyinleri adeta şizofrenik bir ikiye bölünmüşlük halindedir. Bir tarafları inşa ederken, diğer tarafları imha eder. Bir tarafları ileri iterken, diğer tarafları geri çeker.
Neyin doğru neyin yanlış olduğu, neyin ileriye götürdüğü, neyin geride bıraktığı konusunda net değillerdir. Başarı konusunda derin bir kafa karışıklığına sahiptirler. Kafası net olmayan insanların, eylemleri de net olmayacaktır. Nazımın bir deyişini biraz değiştirirsek, “Bana kafanızın içinde başarının net bir resmini yapabilir misiniz?”

9- Kendini geliştirmeye kapalılık, kurnazlığa yatmak

Azgelişmiş insanların, katakulli kapasitesi çok gelişmiş olur! İşini en doğru ve verimli şekilde nasıl yapacağına kafa yormak yerine, önce o işin kurnazlığına kafa yormak, tipik bir ‘azgelişmiş başarısız insan’ tavrıdır. Bu tür insanlar, ülkemizde çoğunluk olduğu için, yaygınlıktan gelen rahatlığa sahiptirler. Kurnazlık, otoriter ve azgelişmiş toplumlarda yaygındır.
Ege Cansen’in deyişiyle ‘bilgi açığını kurnazlıkla, beceri yetmezliğini ise kabadayılıkla kapatma’ eğilimi başarısızların karakteristiğidir. Başarısızların çoğu yeni şeyler öğrenmeye kapalı bir zihin yapısına sahiptir. Hayat ve başarı üzerine yeni şeyler öğrenmektense, kendi arabesk ezberlerini tekrarlamayı tercih ederler. Yaşadıkları olaylardan çıkardıkları dersler bile, daha önce çevreden duydukları kulaktan dolma fikirlerdir.

10- Başarı hakkında yanlış yargılara sahip olmak

Başarılı insanlar ‘başarının sırrı’nı bilir. Başarısız insanlar da bilir! Arada bir fark vardır, başarısızlar yanlış bilir! Daha da kötüsü, bazıları doğrusunu bilmek de istemezler! Çünkü başarının kendi ellerinde olabildiğine inanmak, insanı sorumluluk altına iter. Nasıl başaracağını öğrenip hayatının sorumluluğunu taşımak yerine, kişisel gelişim kitaplarını ve yazarlarını suçlamak çoğu insana daha kolay gelir.
Başarı da, futbol ve siyaset gibi, hemen herkesin fikir sahibi olduğu ama çok az insanın birinci sınıf bilgi sahibi olduğu bir alandır. Beynimiz başarı hakkında hurafeler ve ‘leylek hikayeleri’yle dolu. Başarısızların, yapması gereken ilk şey, başarı üzerine yeni şeyler öğrenmek değil, başarı hakkında bildiklerinin bazılarını unutmaktır!
Yazarı : Mümin Sekman