Kol Testi nasıl yapılır?- Kas testi nasıl yapılır?

     Çekim yasası ile ilgilenen bir çok kişi çekim yasasının temel felsefesi olan istemek eylemini yaptıkları halde başarıya ulaşamadıkları konusunda birkaç olumsuz deney yaşadıktan sonra sisteme olan güvenlerini kaybedip istemekten vazgeçiyorlar.
    Burada önemli olan bir konuyu kaçırıyorlar bilinçli zihin ile bilinçaltı zihnin ortak noktada buluşmadığını.

 
 Nasıl mı : "Kendi işinin sahibi olmak"  isteyen bir kişi eğer bilinçaltında " iş yeri açmak riskli, işyeri açarsam batarım,  işyeri açarsam ben bu yükün altından kalkamam vs." olumsuz kayıtlara sahipse her ne kadar dili ile "Ben işyeri açmak istiyorum" dese de bilinç altında işyeri açmaktan korktuğu için bu isteğine ulaşmakta oldukça zorlanacaktır.

  Yada "Ben sigarayı bırakmak istiyorum" diyorsunuz ama bilinç altınızdaki kayıtlarda sigara bir zevk aracınız yada stres altında sizin sığınacak limanınız ve siz bu limanda rahatlıyorsunuz. Siz ne kadar sigarayı bırakmak için dilinizle söyleseniz yada bırakmaya çalışsanız sonuçta bilinçaltındaki kayıtlar yaramaz çocuk gibi karşınıza çıkacak ve sizi sigarayı bıraktırmaktan vazgeçirecektir.
      İşte bu gibi durumlarda hedefimizle uyumlu muyuz, istediğimiz bir şeyi gerçekten istiyor muyuz veya hak ettiğimizi düşünüyor muyuz test etmenin yöntemi olan kas (kol ) testi devreye giriyor.



Psiko-kinesiyoloji nedir? Kas Testi Nasıl Yapılır?

Psiko-kinesiyoloji nedir?

     Bilinç ile bilinçaltı çatışmaları bizleri sabote eder. Mesela, bilinciniz bulunduğunuz ilişkiyi yürütmenizi, beklediğiniz terfiyi almanız gerektiğini ya da var olan bir hastalığınızı aşacağını söylerken bilinçaltı devreye girip yaşadığınız ilişkiye, umduğunuz terfiye layık olmadığınızı, hastalık durumunuzun ise sizin ilgi ve şefkat ihtiyacınızı karşıladığını söyler.
    Bu çatışma sonunda anlamsız bir tartışmayla ilişkiyi bitirme ya da farkında olmadan işinizle ilgili hata yapmanız söz konusu olur. Bilinçaltı inançlarımız, bilinçli inançlarımızı desteklemedikçe kendimizi sabote etmeye devam ederiz. Buna da kader, talihsizlik ya da şanssızlık deriz. Bilinçaltında ise ne tür inançlar barındırdığımızı bilmiyoruz ve inançlarımızın yüzde 99''u bilinçaltındadır. Bilinç ve bilinçaltımızdaki inançları uyumlu hale getirmek ise ancak psiko-kinesiyoloji ile mümkün. Kısaca Pi-Ki, bilinç ile bilinçaltı inançlarımızın birbirini desteklemesini sağlayarak evrensel enerjinin sevgi, bilgelik ve iyileştirici gücünü kendimiz ve başkalarının yararına kullanmamıza olanak tanıyan bir öğreti sistemi. Ayrıca bu eğitim, davranış ve alışkanlıklarımızı değiştirmede etkili bir yöntem.

Bilinçaltı bu kadar önemli mi?

    Hayatımız, inançlarımızın bir yansımasıdır. Ana rahmine düştüğümüz andan 6 yaşına kadar geçen sürede programlamalarımız bilinçaltında yerleşir. Geçmişe bağlı koşullanmaların sonucuyla çoğunlukla isteklerimizi hayata geçirmeyi bazı duygu ve davranışlarımızla engelleriz. Eğer yaşamımız sadece bilinçli düşüncelerle şekillenseydi, hayatımızın her alanında başarılı olmamız kolay olurdu. Çünkü bilinçli düşüncelerimizi ve inançlarımızı yeni bir bilgiyle, okuduğumuz bir kitapla, deneyimlerimizin istenmeyen sonuçlarını gördüğümüzde, irademizi kullanarak değiştirebilirdik. Bilinçaltı inançlarımız özsaygımızı, ilişkilerimizi, iş hayatındaki performansımızı, zihinsel ve ruhsal sağlığımızı önemli ölçüde etkiler. Amaçlarımızı gerçekleştirmek için bilinçaltının desteğine ihtiyacımız var.

Kas testi nedir?

  Biyo-kompüter ya da kısaca kas testi olarak tanımlayabiliriz.
     Kaslarda dolaşan yaşam enerjisinin gücü, değişik duygu hallerinde, olumlu ve olumsuz inançlarda, hoşlandığımız, hoşlanmadığımız şeylerde, doğru ya da yalan söylediğimizde farklılık gösterir. Kaslardan aldığımız tepki ile bilinçaltımızdaki inançlarla ilgili test yapar, sorunlarımızın asıl nedenini bulur ve değiştiririz. Bilincimiz, amaçlarımızı net bir şekilde görmemizi sağlar.
     Bilinçaltı ve süper bilinçle bağlantıya geçerken amaçların netliği çok önemlidir. Bilinçaltı, davranışlarımızın, inançlarımızın ve değerlerimizin deposudur. Tepkilerimiz ve alışkanlıklarımız bilinçaltı tarafından kontrol edilir. Süper bilinç ise bilinç ve bilinçaltı arasındaki uyumu sağlar, rehberlik eder, bunların niyetlerini netleştirir ve gerçekleşmesi için anlamlı tesadüfler yaratır.
   İşte kas testi de, zihnimizin bu üç seviyesi olan bilinç, bilinçaltı ve süper bilinç ile bağlantı kurarak bir iletişim yolu sağlar. Ayrıca bu teknikler bilinçli bir şekilde hedeflerimizi belirlemeyi, bilinçaltı programlarını keşfedip amaçlarımıza uygun hale dönüştürmeyi, süper bilincin rehberliğinden ve bilgeliğinden yararlanmayı sağlar
  


İçsel Yalnızlık

     Yalnızlığı açığa çıkaran birçok neden vardır. Gerçekte ise, insanın yalnızlığı kalbinde taşıdığıdır. Şüphe hayatı dinamik kılmada çok etkin rol üstlense de bir yönü hep yalnızlığı işaret eder. Binlerce yılın sosyo-psikolojik sorunu olan (çoğalma) toplumsallık yalnızlığa ve yalnızlıktan doğan “zafiyetlere” çare olma iddiasındadır. Elde mevcut bulunan (bilinen) dinsel, felsefi,ahlaki değerler çoğunlukla yalnızlıktan korunmanın çareleri üzerine örülü ve kurguludurlar. Bu korku yoğunluğuyla katmanlaştırılan “toplumsallık” etkin, işlevsel ve vazgeçilmez kurguca düzene kavuştuğu an, insanın iç dünyasında ciddi parçalanmalara yol açar. Bundan olağan üstü vazife çıkaran ego hızla yeniden yapılanmaya girişir. Ve böylece binlerce yıllık “toplum için iktidar!” sublimasyonu hayatımızın “temel gücü” ve istenmeyen başat sorunu olarak varlığını sürdürür. Bilindiği gibi ezilen dünyanın büyük tanrısı Prometenin yalnızlığı da “toplumsallaşan iktidar” saikine dönünce yalnızlık, belirsiz bir olgu olarak “sosyal toplumun” “deliren” aşıklarının uğraşı haline geldi. Bütün tartışılır ve baskıya maruz kalan yönleriyle yalnızlık, bir iç kırgınlık, kenarda durma, yerilen “sevecenlikle” ötekileşen nesne halindedir. Bahsi edilen rant getiren, ışıldayan bir olgu değil, ne yapacağı belirsiz bir halin her an kendine kast edebilecek yoğunlukta kendini dışa vurma olasılığıdır…
     Kabul gören “yasal” formun toplumsal iktidar yanlısı etik ve hukuk yasası uygularken, kendini varetme uğraşında olan birey, bu analojik dayatmaya karşı iradi durumunu yoklama, ölçme ve bilinç kapasitesini öğrenme zorunluluğunu hisseder. Tarihsel ve güncel olaylardan çözümlemeli sonuçlar çıkarma ve en önemlisi de kendi varoluşunun bu tarihsel ve güncel olaylarla diyaletik ilişkisini bilme, öğrenme aciliyeti vazgeçilmez bir ihtiyaç haline gelir. İçerde, toplumsal erk dışında yalnızlıkta tercih yapmak böyle bir gelişimi uğraşını gerekli kılmaktadır. Var olmaya çalışan yalnızlık bu duygu ve bilinç gelişimini ödev haline getirir. Hayatın gerekli kıldığı diğer bir ödevde her an içerde olduğunu bilmektir. Ki her an bir anlam, her anlam bir an bulabilsin kendine. Herkesin mahpushanede var olma uğraşı içinde olduğunu söylemek zor. Ama insan bin bir kılıkla her sorunsalının üstesinden gelmeye çalışır; Bu “kapatılma” faaliyetinin işleyen içeriğini insan ancak, içselliğinin farkına vararak etkisiz kılabilir. Sırf içerde olmaktan dolayı insanın duygusal ve düşünsel dünyasına yapılan taciz ve saldırılar karşısında savunma oluşturmak kendini ölçüp biçmekle mümkün olur. Yoksa Ahmed Arif'in dediği gibi “Ejderha olsan kar etmez.” “Kapatılmışlığın” yarattığı bilinç ve duygu yanılsamalarını birey, kendi varoluş etkinliğiyle çözümlemeden (görmeden, tanımadan, bilmeden) kalbinde varolan o doğal yalnızlığı bulması, açığa çıkarması mümkün değil…
     Yalnızlığa sormuşlar “nerelisin” diye? “Kalpliyim” demiş. Doğrusu yalnızlık sonradan kazanılan bir edinim olmadığı için insanın kalbinde var olan bir şeydir. Sadece zaman ve koşullara bağlı olarak bazen his ediyoruz, bazen etmiyoruz, bazen unutuyoruz ve bazen de hiç unutmuyoruz. Mahpushanede bireyin hareket kabiliyeti resmi güç ilişkilerinden doğan hiyerarşik hengamelerle karşılaşınca o güne kadar ciddi bir tarzda fark edemediği yalnızlık endişe ve korku eşliğinde karşısına çıkar. Bu ilk şok ve endişe hali, yalnızlığı yüzeysel bir anlam karşılığında duvar çevrintileriyle tanımlamayı, simgeleştirmeyi dikte ettirir. Duvarların içerisinde endişe, korku ve yalnızlık var, duvarların dışında yok” dayatması; insanın kabullenmekte zorlandığı, belli oranlarda da kabul ettiği bir gösteri halini alır: öyle garip bir şey ki yaşanan caydırıcı bir illüzyondur sanki. Duvar ve ötesi; perdeyi ört duvarların içi, kaldır miami” denilerek iktidar sisteminin bütün ahlak dışı ilişkileri, bağlantıları görmezlikten gelinmekte ya gizlenmekte ya da unutularak kabul ettirilmektedir. Üzerine kapıyı kapatıp “yalnızlığa iten” aynı biçimde içinde bulunduğun zor durumdan seni ben kurtarabilirim havası yaratılır. Bazı “ünlülerin” komplike haline getirilen firarlarını ya da tahliyelerini hatırlamak yeterli olacaktır. Bu kabul ettirilmeye çalışılan emeksiz çıkarsama insan ruhiyetinde sorunların da başlatıcısı olmaktadır. En basit haliyle insanı iftiracı yapar, güce tapar hale getirir, sosyal ve kültürel sorunları ikna yolu ile çözme yerine binbir türlü şiddet oyununa ve ahlaksızlığa baş vurarak erk sahibi sisteme “çözdürtmeye” çalışır. Açık ve aleni olmak yerine her şeyi gizli kapaklı halletmeye çalışır. Samimiyetini yitirmiş bireyin, “yalnızlığı” maalesef güç ilişkisi üzerinde kurludur. Aslında yalnızlık biraz da içtenliktir. Kendimiz olmaya çalıştığımız en emektar yönümüzdür. Kendi kendimizle kaldığımızda çıkardığımız her ses, yaptığımız her hareket kendi içtenliğimizin işaretidir. Hayat ve insanlar karşısında iç tutarlılığımızdır. Mapushanede bu iç tutarlılığın dejenerasyonu, görünen simgelerle daha kolay ve çabuk olmaktadır. Hareket kapasitesinden doğan bu durum değerlendirmesi gösteri dışı gerçekliğin açığa çıkmasını da engellemektedir. İnsanın kendi içselliğinden kaçar ve şikayet eder hale gelmesi “ben önceleri böyle değildim, bu duvarlar yüzünden bu hallere düştüm, tanınmaz oldum” yakarışı, kendini bulma arayışı değil, kapatılma faaliyetine nesne olarak kendini katma hazırlığının retorik sözcelenmesidir. Mapushane kapısından ilk içeri girilen andan itibaren insanın ahlak ve duygusal düzeyi ve bütün işleyen bellek dağarcığı (artık ne kadarsa) önüne serilir. Dışarıda kendisine güvenen, cesaretli, heybetli halk içindeki tabiriyle “baba adam!”, ha deyince dağları devirdiğine inanan insan, dört duvar arasında ne kadar kendine güvensiz, korkak, iki yüzlü işe yaramaz bir çocuk olduğunu ayan beyan yaşar, tadar.  ‘Yalnızlık'( bu koşullardan kaynaklı da olsa) insan bunları yaşatan, gördürten bir olgudur; insan olduğumuzu hatırlatır daima.. Ya insan kendinden kaçacak ya da kendisiyle yüzleşecek neyi varsa, yoksa hepsini ortaya serip tek tek ayıklayarak, iç dünyasına dönüşü olmayan mümkün olmayan yolculuklara çıkar. Ta ki “toplum için iktidar” kültürünün hakim olmadığı bir kaos aralığı bulana kadar. Stephan Hawking her ne kadar sonradan yanıldığını söylese de, insanın yalnızlığı ulaşması ya da üstesinden gelmesi “bir karadelikten geçip farklı boyutlara” ulaşması gibidir. Oraya ulaşılıp-ulaşılamayacağı tartışma konusu olsa dahi… Bir takım sabit ve dayatıcı ölçülerden kopuşu (bu zihinsel, paradigmal, duygusal olur) gerçekleştirmeden yalnızlık hep yabancılaşma olgusu olarak insanın varlığın da kendisini devam ettirecektir. Bu üstesinden gelinmeye çalışılan şey insanın kendi kalbiyse (yalnızlığın eviyse) karmaşa ve paradoks bin kat daha büyür.
  Gerald Messadié “Aşk ve suç yaşamım” adlı kitabında “işte neden yaşayan ölülerle, sevdiğini ve nefret ettiğini zanneden ama duyguları yalnız kalma korkusuyla sürekli güdülenen insanlarla çevreleniyoruz” diye sorar. Sanırım içerde ve dışarıda sunulan bu hafif plastik korkular birbirine benzeşen bir toplum yaratmak içindir. Bu sunum insanın iç dünyası, onu yutan canavar olarak kabul ettirme uğraşındadır. İnsanın kendi yalnızlığından, öznelliğinden, kendisini, kendisi yapan zafiyetlerinden korkar hale gelmesi ve onları sürekli ötelemesi sanırım sıradan bir durum değildir. Bu korku heyalası, yalnızlığını giderme ihtiyacında olan bireye iktidar totemine tapmaktan başka yol gösterir mi? Mapushane de yalnızlığın bu “dokunaklı” hali, nesnel durum aktivitesi karşısında bir bocalama ve çözülme yaşar. İktidara yataklık tözüne bağlı kalan insan, özünü(kendini) bir garabet haline getirir. Mapusta yalnızlıkla yüzleşememenin en incitici tarafı da burasıdır. Ne olursa olsun eski haline dönme kararlılığı kendini kontrol altına alınmasından başka ne olabilir ki? Böyle açık Pazar haline getirilmeye çalışılan bir ruhtan ve bedenden hangi kurtuluş yol, düşünce ve yalnızlık çıkar. Bu noktada yaşanan aşklar, verilen sözler, hayatı değiştirmeye olan umutlar, inançlar yapay bir retorik olmaktan öteye gidemiyor. Zorla ya da gönüllü şekilde yapılması sonuçlar üzerinde olumlu bir etkide bulunmuyor. Dikte ettirilen düşüncenin, davranışın kullanım ve iş gören süresi de sınırlıdır. Dolayısıyla çoğu insanın, hapiste yaptıklarının öznel ve estetik bir değeri yoktur. Görücüye kırılgan tarzda çıkan nesnenin péşkeş olmaktan başka bir seçeneği var mı, ya da kendini kurban eden yüzlerce bireye tanık olmak, herkesin doğal realite gördüğü yalnızlığı baskı aracı olarak görmek yanıltıcı ve çelişkili olmayacaktır. Bilgi ve gerçekler dünyası bu kadar tartışılırken, mapushane de yalnızlığa atlantisten gelen adam muamelesi yapmak kırıcıdır. Önemli olan yanılsanmış bir durum içerisinde gerçekliği yalana boğmadan algılamaktır. Büyük tarihsel yanılsama yaşayan (toplum, din, bilim için iktidar isteyen) insanların dayatıcı, otoriter, tek taraflı ikna güçleri olması sebebiyle on-on beş yıl ya da daha fazla hapis yatmak yalnızlığı açıklamak için yeterli olmayacaktır. Ve neden bu kadar yalnızlığın üzerine gidildiği de bilinmeyecektir. Ancak içerde yatılan süre de insan ruhunun nasıl kepaze edildiği üzerinde durulabilir. İnsan kapalı bir kutudur, hiçbir zaman kendi içselliğini, hayallerini, düşlerini, düşüncelerini bütünüyle dile getirmez. Kendine saklayacağı muhakkak bazı kusurları vardır. Kusurlu olma utancı onu kapalı yapar. İçsel zafiyetlerinden utanan insan ne kadar aleni olabilir ki? Varlığın zafiyetinden utanması nedeniyle; bu ona binbir giysi kılar. Göstermeye çalıştığı her öznellik yıpranmış veya yıpranacak bir giysi olmaktan başka bir özellik taşımıyor. Aslında mapushanedeki bu duruma bilincinde olunan ve yaşayan travma demek doğru olacak. Nihayetinde çözümsüz devam eden bir süreçtir. Bu yaşanan yalnızlığın insan tercihiyle alakalı olmadığını, dışardan geldiğini, dayatıldığını söyleyebilecek kadar kendini görmezlikten gelebiliyor insan. Zafiyetinin olduğunu dahi kabullenmeyen bir insan, yalnızlık duygusunu nasıl ve hangi durumlarda kabul edebilir. Her fırsatta yalnızlığı bastırma ve yenilgiye uğratma arzusu içinde olmak kendi özüne sadakati nasıl açıklayabilir insan? Özünü yalanlayan biçim hayatın doğal ve doğru sonuçlarını nasıl algılayabilir?...
   Özetle, insanın toplumsallaşamama korkusu türsel bir travmadır. Belki bunu açıklayabilmek için 5-10 bin bir tarihi geçmişe değil, yüzbinlerce yıllık ve daha fazlası bir süreçten söz etmek gerekir. Yalnızlığın neden içsel olduğu ancak böyle bir geçmiş bilindikten sonra anlaşılır belki… Uygarlıklar hep zor, baskı ve didaktik nasyonlar içermişlerdir. İnsan, düşünmeye sevk eden çevre koşullarından sonuçlar çıkarmış, çözümlemeli yöntemler üretmiştir. Bu gelişim seyri insanın doğal yapısını ötelediği gibi onu her şeyde aşırı merkezci bir varlık haline getirmiştir. Dünyada yüzlerce nasyonal fikir bir arkaik uygarlıksal merkeze kendini oturtmaya çalışmaktadır. Uygarlıksal doğuşların merkezi ve mekanı haline getirilmeye çalışılan her nasyonal fikir; bir başka fikire yönelik militarist ve yok sayan bir darbe içerisinde olmasını görmek insanlığın nasıl bir sosyo patoloji yaşadığını anlaşılır kılacak. Tarihsel gelişim kültürün de, militarist hukuktan ve yoğunluktan başka güçlü bir veri elimizde yoksa, mapusta yalnız olmanın da önem gerektiren bir olay olduğu kanısında değilim…

Yalnızlığı kalbimizde arayalım lütfen.

Ufak Şeyleri Dert etmeyin

“Geçmişi düşünmeden, anı değerlendiren, geleceği de kazanır.”

Kafamızın sağlam olması büyük ölçüde, içinde bulunduğumuz anı ne kadar yaşayabildiğimize bağlıdır. Bir gün veya bir yıl önce neler olduğu, ya da, ertesi gün neler olabileceğinin önemi yoktur. Sizin var olduğunuz yer, içinde bulunduğunuz andır. Bu her zaman böyledir.

Ne var ki, çoğumuz birçok şeyi aynı anda dert etme sanatında ustalaşmışızdır. Geçmişteki sorunlarımız ve geleceğe yönelik endişelerimiz yaşadığımız ana hükmettikçe, biz de kaygılarla ve ümitsizlikle dolu bir bunalıma gireriz. Bu durumdayken hayattan zevk almayı, önceliklerimizi ve mutluluğumuzu ileri bir tarihe erteleyerek, gelecekte “bir günün” bugünden daha iyi olacağına inanmaya çalışırız. Ne yazık ki, şimdi bize geleceğe bakmamızı söyleyen zihniyet, bunu hep tekrarlar ve o “bir gün” bir türlü gelmez. Yaşam biz başka planlar yapmakla meşgulken, çocuklarımız büyür, sevdiğimiz insanlar bizden uzağa taşınırlar, kimi ölür, bedenimiz giderek biçim değiştirir; bu arada hayallerimiz uçup gidiyordur. Kısacası, hayatı ıskalıyoruzdur.

Çoğu insan hayatını, sanki gelecekte kullanacağı bir elbisenin provasıymış gibi yaşar. Oysa, hiç öyle değildir. Kimsenin yarın burada olacağına güvencesi yoktur. Sahip olduğumuz ve kontrol edebildiğimiz tek zaman, içinde bulunduğumuz andır. Aklımızı yaşadağımız ana verebilirsek, içimizden korkuyu atabiliriz. Bu korku gelecekte olabileceğinden kaygı duyduğumuz olaylardır… İleride parasız kalabiliriz, çocuklarımızın başı derde girer, yaşlanacak ve öleceğiz, diye duyduğumuz endişelerdir.

Korkuyla savaşmak için en iyi yol, dikkatinizi tekrar şimdiki zamana döndürmektir. Bundan böyle dikkatinizi bulunduğunuz yere ve o ana vermeye çalışın. Gayretinizin karşılığını fazlasıyla alacaksınız.

Ufak Şeyleri Dert etmeyin

Dr. Richard Carlson

Fakir ve eziktim, hangi kız bana bakar diye düşünüyordum ki...

   Kitapları onlarca baskı yapan, verdiği seminerlerde binlerce kişiyi toplayan Psikolog Doğan Cüceloğlu'na gördüğü ilginin nedenini sorduk. Aslında biz onunla sınav döneminde anne ve babaların çocuklara nasıl davranması gerektiğini irdeleyen son kitabı 'Başarıya Görüren Aile'yi konuşacaktık. Ama konu kendi yarattığı 'içimizdeki çocuk' kavramına gelince söyleşi saptı. Siz onun şu anki mutluluğuna bakmayın.
    Zamanında içindeki çocuğu hep mutsuz kıldı. Hele konu kadınlar olunca! Psikolog olması, hayata ve bireye dair gerçekleri kabul etmesi ve Amerika'da yaşadığı günlerden kalan deneyim onu bugün mutlu olduğu kadar çevresine de mutluluk dağıtan biri haline getirdi. En popüler olan kitabı 'İçimizdeki Çocuk'u yazalı yıllar oldu. Ama siz hâlâ çocuğun sesine kulak veremiyorsanız Cüceloğlu'nu mutlaka dinleyin.
    Var olanı yargılamak salaklık, ahmaklıktır
    Hocam kitaplarınıza, özellikle de seminerlerinizde size olan ilgi hiçbir zaman azalmıyor. Söylediklerinizi başkaları da söylüyor ama onlar sizin gibi insanları toplayamıyor çevresinde. Siz bu durumu neye bağlıyorsunuz?
    Varoluşuma bağlıyorum. Benim anlattığım bilgi varoluşumla ilgili. Öğrendiklerimi yaşadıklarımla sentezleyip insanlara anlatabiliyorum. Bunun dışında, tahmin ediyorum ben insanları yargılamıyorum. Bunu da beni sevsinler diye yapmıyorum. Bana göre hayatta yargılanacak bir şey yok. Varolan bir şeyi yargılamak salaklık, ahmaklıktır. Yapılan şey bir gerçektir. Anlamak lazım insanları. Böyle yorumladığım için, beni dinleyen kişi yaptığı şeyin kendi kafasına göre ne kadar anlamlı olduğunu düşünüyor ve rahatlıyor. En önemlisi kendiyle olan ilişkisinde kabule doğru gidiyor. Kendini suçlama, sevmeme, kendine yabancılaşma, uzaklaşma durumu ortadan kalkıyor. Bunu hissediyorlar. İçlerindeki bastırılmış ve kendilerine dönük olan sevgi; çevreye, hayvanlara, kuşlara yöneliyor. Belki de o nedenle beni seviyorlar.
   İnsanlara mutlu olmalarını, içlerindeki sevgiyi çıkarmalarını söylüyorsunuz sürekli... İşler yolunda gitmediğinde de bu mümkün mü? Seminerinize kimse gelmese, kitaplarınız satmasa, çocuğunuzla sorunlar yaşasanız da yine böyle şekerden sarhoş olmuş arılar gibi uçabilir miydiniz? 
     Bayağı tokat yedim hayattan. Sartre'ın bir sözü var: "Yaşamın anlamı yaşamı nasıl yaşadığınızda yatar" diyor. Şimdi burada ben buna savaşçı tutumu diyorum. Bir tek şeyimiz var yaşamak. O da bize verilmiş zaman. Ben kendimle olan ilişkimde eğer kendime "ben elimden gelenin en iyisini yaptım, elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım" diyebiliyorsam artık coşkuluyum. Aksi halde akıl hastanesine giderim. Bu şekilde yaşarsanız gerçeği bulursunuz. Bir de en önemlisi gerçeğe saygı. Gerçek benim için en kutsal şey. Diyelim ki bir davranışta bulunmuşum ama hata yapmışım. Hatam bir gerçek ama egomdan dolayı bunu görmüyorum. Bu noktada hatamızla, kırdığımız kişiye "Hata yaptım, özür dilerim size şöyle bir zarar verdim, onu gidermek için elimden geleni yapacağım" diyebilirsek özgürüzdür artık.
    Herkes kendi gerçeğini yaşıyor hem de aynı ortamda ve sorunlar çıkıyor. Ne yapacağız bu durumda peki?
   "Ben senin gerçeğin yanlış" dediğim andan itibaren üç seçenek çıkar. Birincisi savaş, ikincisi dövüş, üçüncüsü ise güreş. Üç ihtimal var, üçü de kötü. Karşıdakinin gerçekliğini kabul etmiş olmak seninkinin yanlış olmasını gerektirmez. Şimdi, suya cıvık diye karaktersiz demek olur mu! "Nedir bu su ya, su ne biçim şey ya, şuna bak lık lık lık dökülüyor... Karaktersiz işte, dökülen kabın şeklini alıyor, kokusu da yok. Allah belasını versin!" desem kabahat suda mı bende mi? Çocuk ayağını taşa vuruyor sonra ağlamaya başlıyor biri geliyor taşa vuruyor 'eh eh eh' diye... Ne kadar saçma bir şey.
    Günlük yaşamınızda 'içinizdeki çocuğa kulak veremediğiniz oluyor mu?
   Oluyor tabii, bazen karşımdakinin acı çekmemesine, kendi onurunu, saygısını kaybetmemesine özen gösterim. O zaman çocuğu dinlemiyorum. Akşam eve gidince "B.k gibi bir gün geçirdim, niye böyle oldu diye" düşünürüm. Sonra içimdeki sesi dinlemediğimi fark ederim.
   Peki kitap yazarken neyi ele alacağınıza kim karar veriyor? Yayıncı mı, içinizdeki çocuk mu?
   Genel olarak yaşamımdaki sorunları keşfetmeye başladığım zaman 35-40 yaşlarındaydım. "Ben yaşadığıma göre başkaları da bu sıkıntıları yaşar" dedim ve bunları paylaşmaya başladım.
   Kitaplarınızda hiç karşı cinsle olan ilişkileri, aşkı ele almıyorsunuz. Memlekette dokuz ay birbirine bakmaktan öteye gidemeyen var. Niye bu konuyu irdelemiyorsunuz? 'İçinizdeki çocuk' hiç sıkıntı çekmemiş anlaşılan.
    Şimdi, güzel bir tespit. Seni Allah gönderdi galiba. Evet bunu yazmalıyım. Ben fakir bir ailenin 11 numaralı çocuğuyum. O nedenle de bayağı zorluk çekerek okudum. Giyim, yeme, içme hep eksik kaldı ve kendimle ilişkimde aşağılık duygusu vardı. 'Kim benim yüzüme bakacak' halini yaşadım hep. Hiçbir kıza açılamadım. Ondan dolayı hep eziklik duygusu yaşadım. Sonra farkına vardım ki hepsi benim kafamda yarattığım bir öyküydü. Kızlarla alâkası yoktu. Psikoloji bölümüne girdiğimde oraya felsefe öğretmeni olacak olanlar giderdi. 100 öğrenciden 90'ı kızdı. 10 erkek öğrenciden 8'i asker kaçağıydı. Yani ben ve Erol Güngör vardı psikolog olmak isteyen. Zaten ikimiz de asistan olduk sonra. O kadar siliktim ki! Çünkü 13 yıl önce ağabeyimin giydiği ceketle, kravatla gittim okula. Kafam üç numaraya vurulmuş... Sınıfta İstanbullu kızlar çoğunluktaydı ve yüksek sosyo-ekonomik çevredendi onlar. Amerikan Koleji, Dame de Sion gibi okulları bitirmişlerdi. Dahası yabancı ülkeye gitmiş gelmişler, üçüncü dördüncü sınıfta eğleniyorlardı zaten.
    İçinizdeki çocuk ne fena anlar yaşamıştır!
    Hem de neler. Hiç şansınız yoktu. Hatta hatırlıyorum, ilk derste karşıma Sait Faik Abasıyanık'ın yeğeni oturmuştu. Ay bir gözleri var, bir çift güzel göz! Derin dekolteli bluz giymiş, göğüsleri tomurcuk tomurcuk böyle. Hangi dersti, hoca kimdi, hiçbir şey hatırlamıyorum. Sadece göğüs ve göz aklımda kaldı. Ve o günlerde hep şu duyguyu yaşadım 'o kız yıldızlar kadar uzak benden.' Elimi uzatsam dokunabileceğim, ama psikolojik olarak yıldızlar kadar uzak ve bir şey yapamıyordum. Müthiş bir eziklik duygusuyla Amerika'ya gittim yüksek lisans için. Ve benim kız arkadaşım hiç olmadı.
   Amerika'da da mı?
   Yok, Türkiye'de. Amerika'ya gittim, Amerika'daki kızlar beni tedavi etti.
   Kızların verdiği seminere giderek değil herhalde?
   Arsızlar! 'Hi, how are you' deyip gözüyle, başıyla işaret ediyorlar. Ben ilk başlarda arkaya bakıyordum, bana yaptıklarını düşünmüyordum. Sonra anladım. Tedavi böyle oldu..
   O yüzden Amerika'da yaşayan bir başka oluyor memlekete dönünce! 
   Bizim kültürde erkeğin kendisi değildir. Kariyeri, sahip oldukları şu, bu. ABD kültürü içinde bunlar kimsenin umurunda değil. Bakınca hoşuna gidiyor mu gitmiyor mu hadisesi.
   Bu deneyimlerinizi de kitap yapsanız, ilişkilerde aslolanın ne olduğunu ortaya koysanız. Ülkenin çehresi değişse güzel olmaz mı? Hepimiz Amerika'ya gidemeyiz ya! Gitsek bile hayat durur. Ülkede ne gazete çıkar, ne banka çalışır, ne akademik hayat sürer!
   Bu konuyu kitap yapacağım, seni bana Allah gönderdi. Türkiye'de genellikle oğlan kızın içindeki özle değil kız vasıtasıyla yakalandığı öykünün içinde. Kız da oğlanı araç olarak kullanmış bir öykünün içinde.
    Türkiye'ye dönünce tabii daha bir mutlu hayatı kucaklamışsınızdır...
   Geçen aylarda ikinci evliliğimi yaptım. Eşimin ikinci evliliğinden olan bir kızı var. Ergenlik çağında, onun ergenliğini de gözleme imkânı buluyorum. Çok tatlı bir ilişkimiz var. Numara yok.
    Çok etkileyici konuşuyorsunuz... Seminerlerinize gelip de size âşık olan bile vardır. Hem psikologsunuz, hem Amerika deneyimi...
   Şimdiki eşimle bir konferansımda tanıştık. Oluyor abi, ara sıra. Şanslıyız o bakımdan. Şakalaşıyoruz, geçiyor işte.
   ANNE BABALARIMIZIN HAYATLARI PALAVRA
   Son kitabınızda sınavlara hazırlanan gençlere anne babaların nasıl davranması gerektiğini anlatıyorsunuz. Kitapta 'yaşam başarısı' üzerinde çok duruyorsunuz?
  Peki bir insanın yaşam başarısı için sınavları kazanması şart mı?
  Tabii ki değil. Üniversiteyi kazanır, iyi bir iş bulur, hatta iyi bir evlilik yapar ama yine de yaşam başarısına sahip olamayabilir. Eğer bir insan yaptıklarının bilincindeyse, yaptıkları ona keyif veriyorsa ve mutluysa başarılıdır.
   Bir de kişi mutlu olmasına rağmen, anne babaları çocuklarının hep mutsuz olduğunu düşünüyor... Örneğin benim bir arkadaşım var hayatından çok memnun. Ama annesi her gün ağlıyor. "Oğlum askere gitmedi, oğlumun arabası evi yok, oğlumu kadınlar bitirdi"... O da ayrı bir sıkıntı.
    Milyonlarca genç bu sıkıntıyı yaşıyor. Anne ve babam mutsuz diye üzülüyor. Kendileri bile mutluluklarından emin olamıyor bu yüzden. Anne baba her şeyi iyi bilir ya! Asıl gerçek, anne babalarımızın hayatının palavra olması ama farkında değiller. İstiyorlar ki çocukları direksiyona geçmesin, hep biz kullanalım arabayı. Oysa çocuklarının keyif alacağı şeyi, mutlu olacağı yaşantıyı onlar bilemez. Çocukları mutluysa tamamdır, gerisi boş şeyler.
   Yani gençler anne babamız mutsuz diye üzülmesinler. Yaşamlarına devam etsinler. Anne babalar da kendi yapmak istediklerini çocuklarına yaptırma isteğinden vazgeçsinler.
SINAV DÖNEMİNDE ANNE BABALAR NELER YAPMALI?
   Doğan Cüceloğlu'nun Remzi Kitabevi'nden çıkan son kitabı 'Başarıya Götüren Aile'de sınav döneminde anne babaların çocuklarına nasıl davranması gerektiği konusu inceleniyor. Cüceloğlu, anne ve babaların şu dört soruyu kendilerine sormaları gerektiğinin altını çiziyor:
  • Çocuğum yapacağı işin bilincine vardı mı?
  • Çocuğum yapmak istediklerini besleyen bilgiyi araştırıyor, keşfediyor, özümsüyor mu?
  • Çocuğum, bilgisini sınamak için gerekli becerileri kazanıyor mu, bilgi ve becerisini eyleme dönüştürüyor mu?
  • Çocuğum elde ettiği sonuçlardan ders çıkararak, daha iyisini yapabileceğinin farkına varıyor mu?

   Doğan Cüceloğlu İmzası Kullanıyorum

   Deneysel psikolojiyi bırakıp popüler psikoloji yaptığınız için eleştiriyorsunuz...

   Ben akademik kimliğimi kullanarak sadece bir kitaba imza attım: İnsan ve Davranış. Sonra bir karar aldım ve kendimi Türk çocuklarına sağlıklı ortam yaratmaya adadım. Bundan sonra da kitaplarıma sadece Doğan Cüceloğlu imzası kullandım. Beni eleştirenleri saygıyla karşılıyorum ama anlamış değilim. ABD'de nörofizyoloji alanında Nobel alan bir bilim adamı bile çalışmalarını halkın anlayacağı bir dille yayınlıyor.

Yazan : Aykut Aykanat

Pazartesi Sendromu

Hocamız bize zamanında şöyle demişti ,
''Kendiniz de olmayan bir şeyi, başkalarına veremezsiniz.
Sen de olmayan bir şeyi de Evrenden isteyemezsiniz''

Başta çok sinir bozucu bir kural gibi geldi bize, ama güzelliğini sonradan çok iyi anladık.
Gel bu kuralı SEVGİ için uygulayalım bu Pazartesi.

İki kişi düşün şu an. Hayatında olduğu için mutlu olduğun, şükrettiğin, zevk aldığın AMA durup dururken onlara şöyle mesajlar göndermediğin;

- Seni çook seviyorum.
- Varlığın için çok şükrediyorum.
- İyi ki bu Pazartesi günü sen hayatımdasın.

Şimdi, durup dururken, hiç bir şey olmadan onlara bu veya senin aklına gelen buna benzer bir mesajı gönder.

Sevgi mi istiyorsun hayatında ,
Önce sen vereceksin.
Bir dene, sonra bak enerji nasıl tavan yapıyor.

Biz, hayatımızda olduğun için çoooook şükrediyoruzzzz.

Aykut & Esra ve kediler

Kişisel Gelişiminiz için neler yapabilirsiniz?

    Kişisel gelişimin en önemli noktası kişinin kendisini en iyi şekilde tanımasından geçer. Kendinize şu soruları sorun: Kendimi hangi konuda eksik hissediyorum? Hangi durumlarda problem yaşıyorum?
   Kendinize seminer planı yapın! Kişisel gelişim seminerlerinin neler olduğunu öğrenin ve bunları bir kağıda yazın. Daha sonra ben şu konularda eksiğim ve eğitim almam gerekir dediğiniz seminerlere katılmaya çalışın. Okuyun! Her ay en az 3 adet kişisel gelişim kitabı okuyun. Çünkü bu kitaplar kendinizle ilgili en yeni araştırmaları ve bilgileri size verecektir.
   Amacınız ne? Kendinize hayat amacı belirleyin. Şu anda yaşadığınız hayatı gerçekten yaşamak istiyor musunuz? Eğer yaşamak yaşamak istemiyorsanız neler yapmanız gerektiğini kendinize sorun ve öğrenin. Asıl hedefe kilitlenin! Yaşadığınız küçük başarılara yoğunlaşarak ulaşmak istediğiniz büyük başarıların engellenmesine izin vermeyin. Kolay olanla başlayın! Yapamayacağınız şeyler üzerinde fazla yoğunlaşmayın.
    Motivasyon... motivasyon! Kendinizi ve başkalarını motive etmenin yollarını öğrenin ve mutlaka hayatınızın her kademesinde ihtiyaç duydukça bunları uygulayın. İpler elinizde olsun! Her gününüzün ve hatta saatinizin kontrolü sizde olsun. Hatalarınızdan ders alın! Onları, sizi başarıya ulaştıracak hatırlatmalar olarak görün.  Kendinize inanın! Elinizi kolunuzu bağlayan inançlar değil, güçlendiren inançlar seçin.
    İletişime dikkat! İnsan ilişkileri, hitabet ve beden dili konusunda mutlaka eğitimler alın. Düşleyin! Hayal kurmaktan korkmayın. Çünkü hayal gücü insanın en önemli silahıdır.

Kaynak : www.yenibiris.com

Başarı Üzerine Söylenmiş Güzel Sözler

Nerede olursanız olun, elinizdekilerle yapabileceğinizi yapın. Theodore Roosevelt
İnsan sahip olduklarının toplamı değil, fakat henüz gerçekleştiremediklerinin toplamıdır. Jean Paul Sartre
İnsanın yaşam düzeyini bilinçli bir çabayla yükseltme konusundaki tartışma götürmez yeteneğinden daha cesaret verici bir gerçek bilmiyorum. Henry Davıd Thureau
Başarı bir yolculuktur, bir varış noktası değil. Ben Sweetland
Ahlak konusunda en önemli dersler kitaplardan değil, yaşanan deneyimlerden alınır. Mark Twaın
Deneyim düşüncenin, düşünce ise eylemin çocuğudur. B. Dısraelı
İnsanlar öğrenme dürtüsüyle doğarlar. Öğrenmeye karşı merak ve bundan duyulan zevk insanın doğasında vardır. Bunlar bebeklikten başlayarak zamanla yok edilir. W.E.Demıng
Coşku, zekadan daha önemlidir. Albert Eınsteın
Düşünmek ve söylemek kolay, fakat yaşamak, hele başarı ile sonuçlandırmak çok zordur. Ziya Gökalp
Başarının sırlarından biri, geçici başarısızlıkların bizi yenmesine izin vermemektir. Mark Kay
Yapabildiğimiz herşeyi yapsaydık, buna kendimiz bile şaşardık. Thomas Edison
Başkaları için duyduğun kaygı, kendin için duyduğun kaygıların önüne geçtiği zaman olgunlaşmışsın demektir. John Mac Noughton
Zenginlik ve güzellikle birlikte bulunan ihtişam geçicidir ve kolay zedelenebilir. Erdemse muhteşem ve ölümsüz bir servettir. Sallust
Başkaları yararına iyi bir şey yapmak görev değil, zevktir. Çünkü sizin sağlık ve mutluluğunuzu artırır. Zoroaster
Bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir. Sokrates
Engeller beni durduramaz, her bir engel kararlılığımı daha da güçlendirir. Leonardo da Vinci
Üstelemek başarının temel unsurudur. Kapıyı yeterince uzun süre ve yüksek sesle çalarsanız, birilerini uyandıracagınızdan emin olabilirsiniz. Henry Wadsworth Longfellow
Bir kitap bir aynadır. Ona bir eşek bakacak olursa karşısında elbette bir evliya görmez. Goergo C.Lıchtenberg
Öykü sözcüğünün kökeni depo kelimesidir. Bu nedenle öykülerin birer depo oldukları söylenebilir. Şeyler öykünün içinde saklanırlar ve bu şeyler anlamdır. Mıchael Meade
Çömez yakınıyormuş: "Bize öyküler anlatıyorsun ama anlamlarını açmıyorsun." Usta yanıt vermiş: "Biri sana meyveyi çiğneyerek ikram etse hoşuna gider miydi?" Paul Brunton
Oğlum, bütün hayatımı kolların ve ayakların belirlemeyecek. Hayatına asıl yön verecek olan beynin ve kalbindir. Bir şeyi gerçekten istiyorsan, bütün engelleri yenip ona ulaşabilirsin. Shelton Skelton
Dünyanın acı ile dolu olduğu doğrudur ama bir çok insan da bunun üstesinden gelmektedir. Helen Keller
Büyük düşler kuranlar düşlerini gerçekleştirmez, aşarlar. Alfred Lord Whıtehead
Arzu varsa çözümde vardır. Anonim
Olumsuz düşünceleri zihinsel canavarlar halini almadan önce yok edin. Anonim
Sizi korkutan her deyim size güç, cesaret ve güven kazandırır. Kendinize "Ben bu dehşeti yaşadım. Bundan sonra gelecek şeylere hazırım" dersiniz. Eleanor Roosevelt
Kimi insanlar yaşamımıza girer ve çıkarlar. Kimileride bir süre yaşamamızda kalır ve kalbimizde ayak izlerini bırakırlar, o zaman bir daha asla aynı insan olamayız. Anonim
İnsanın ruhu felç olmaz. Soluk alabiliyorsanız, düş de kurabilirsiniz. Tavuk suyuna çorba

Alışkanlıklarımızın emrindeyiz

   Farkında olalım ya da olmayalım; hayatımızı alışkanlıklarımız yönetiyor. Seçimlerimizin sadece %5′ini rasyonel olarak, düşünerek yaparız. İnsanda alışkanlık yaratan her şeyin kendine göre bir nedeni, bir mantığı vardır… Her akşam seyrettiğiniz televizyon kanalını neden seyrediyorsunuz? Neden evinizdeki masada hep aynı sandalyeye oturuyorsunuz? Sabah kalktığınızda davranışlarınız neden hep aynı kuralları izliyor? Her gün sabahtan akşama tekrar tekrar yaptığınız bu davranışlarınızı sanki bir tören kuralıymış gibi yaptığınızı biliyorsunuz değil mi? Hatta bu davranışlarınız engellenecek olursa fena halde huzursuz olacağınızı da…
     Hepimizin hayatı alışkanlıklarla dolu. Alışkanlıklarımızı biz oluştururuz ama sonrasında alışkanlıklarımız bizi biz yapar; hayatımızı yönetir. Alışkanlıkların faydalısı da zararlısı da son derece güçlüdür.
    Bizim her türlü davranışlarımızı -kimi araştırmacılara göre %95′ini- alışkanlıklarımız yönetir. Hayatımızın yönlendiren neredeyse tüm seçimlerimizi alışık olduğumuz şekilde yaparız. Seçimlerimizin sadece %5′ini rasyonel olarak, düşünerek yaparız.
     Hayatımızın büyük bölümünü ‘düşünmeden’ yönetmek bize atalarımızdan kalmış milyonlarca yıllık bir miras. Evrimsel biyoloji bize beynimizin güvensiz bir ortamda, tehlikeyle baş edebilmek ve hayatta kalabilmek üzere tasarlandığını ve hayatta kalmak gibi önemli bir konuda aklımıza değil sezgilerimize daha çok güvendiğimizi söyler. Bu nedenle nasıl tehlikelerden kaçmak ve hayatta kalmak için hiç düşünmeye ihtiyacımız yoksa; günlük hayatımızı sürdürmemiz için de düşünmeye pek fazla ihtiyacımız yoktur.
    Bu gerçek bazılarımızı rahatsız edebilir; ama maalesef (ya da ne iyi ki) işin aslı bu.
   Hepimiz bir çok konuda “düşünmeden”, zihnimizde oluşmuş kalıplardan ve kısa yollardan (heuristics) hareketle karar alır ve harekete geçeriz. Zihnimizdeki bu kısa yolların hepsi bizim alışkanlıklarımızı oluşturur.
Neale Martin’e göre bizi normal olarak alışkanlıklarımız yönetir; aklımızla karar verdiğimiz durumlar ise istisnadır. Kulağa ters geliyor olabilir ama ben bu görüşe yüzde yük katılıyorum. Uzun yıllardır girdiğim her toplantıda, yazdığım her yazıda hep bu görüşü savundum.
       Alışkanlıklarımız bizi yönetirlerken, “sorun-çözüm” “sıkıntı-rahatlama” ya da “açlık-tokluk” gibi neden sonuç ilişkileri üzerine hiç düşünmeden kısa yollar (heuristic) kullanır.
     Günlük ritüeller hayatımıza rahatlık ve anlam katar. Alışkanlıklarımızın derin bir anlamı vardır. BBDO Grubu tüketicilerin gündelik hayattaki törenselliklerini araştırmak üzere yaptığı çalışmada (Daily rituals of the world) günlük ritüellerin bizi bir duygu durumundan diğerine taşımada çok güçlü olduğunu ortaya koyuyor.  Uykudan uyanır uyanmaz başlayan, sabah evden çıkmadan önce dışarıda geçirdiğimiz bütün saatlerde, eve döndüğümüzde, yatağa yatıp uykuya geçene kadar yaptığımız her işi bir tören yapar gibi yapıyoruz. Bu törenler aynı zamanda hayatı anlamlı kılmamızın da bir yoludur.
Hayatımızın her aşamasında bu günlük alışkanlıklarımız bize fiziksel, duygusal ve sosyal bir rahatlık ve güven sağlar.
     Çocukluğumuzdan beri işler “alışa geldiğimiz gibi” yürüdüğü sürece kendimizi güvende hissederiz.
    Sadece her gün tekrarladığımız davranışlarımız değil, kullandığımız markalar da bizim vazgeçemediğimiz alışkanlıklarımızdır.
   Fakat bize neyi neden yaptığımız sorulduğunda hemen farklı bir tutum takınırız. Hiç birimiz yaptıklarımızı hiç düşünmeden yaptığımızı söyleyemeyiz. Bize çocukluğumuzdan beri her yaptığımızın akılcı bir nedeni olması gerektiği öğretildiğinden, bir davranışımızın nedeni sorulduğunda hemen akılcı bir “neden” buluruz.
alışkanlıklarımız
    Biz bir giyim mağazasından ‘normal’ olarak bir alışveriş yaparız fakat daha sonra bize birisi neden söz konusu alışverişi yaptığımızı sorduğunda; aklımız bu alışverişi neden yaptığımızı düşünmeye ve ona mantıklı bir neden bulmaya çalışır. Oysa bu davranışın arkasında hiçbir “mantıklı” sebep olmayabilir.
Bu sebeple araştırmalarda tüketicilere “Neden?” sorusunu sormak, aslında, tüketicileri doğal davranışlarından uzaklaştırmak demektir. “Neden?” sorusu karşısında hemen herkes “kabul görecek bir cevap” bulmaya çalışır. (Son yıllarda beynimizin gizleri çözüldükçe araştırma yapmanın da ne kadar zor olduğu daha iyi anlaşılır oldu. Ben araştırmaların insan davranışlarını, duygularını ve en önemlisi alışkanlıklarını çözecek şekilde yeniden tasarlanması gerektiğini düşünüyorum.)
    Tüketicilerin “gündelik törenlerini” (ritüeller), onlarda güvenli bir ruh hali yaratan alışkanlıklarını anlamak, pazarlama disiplininin özünü oluşturur.
   Büyük çoğunluğumuz yeni bir şeyler öğrenmek yerine bildiklerimizden hareketle bir seçim yapıp, risk almadan, kısa yoldan çözüm sağlamak isteriz. Ama şirketler bu basit gerçeği görmezden gelir. Bugün piyasaya çıkan yeni ürünlerin yaklaşık yüzde 80′inin başarısız olmasının en önemli sebebi, şirketlerin tüketicilerin alışkanlıklarını hiç anlamamış olarak, onlara yeni bir ürün satmaya çalışmasıdır.

Aslında bizim insan olarak davranışlarımız son derece aşikar değil midir?

  Yerleşik alışkanlıkları kırmak, davranışları değiştirmek zordur; hatta çok zordur. Birçok konuda “doğru olanı” bilsek bile bunu bir türlü hayata geçiremeyişimizin sebebi de bundan kaynaklanır. Bir ürünün pazarda tutmasının da ilk şartı tüketicilerin yaşamlarındaki mevcut alışkanlıklarını anlaması ve onları nasıl değiştirebileceğini kurgulamasıdır.
    Pazarlama bir markanın tüketicide nasıl alışkanlık yarattığını anlamak ve bu durumu yönetmek üzerine kurulu bir disiplindir. İnsanda alışkanlık yaratan her şeyin kendine göre bir nedeni, bir mantığı vardır. Biz farkında olmasak da son derece güçlü nedenlerden dolayı tekrarlanan davranışlarımız kemikleşir ve alışkanlık yaratarak bizim etrafımızda bir konfor çemberi yaratır (comfort zone).
Bugün artık -fMRI sayesinde- tüketicilerin mantıklarıyla karar vermediklerinden yüzde yüz eminiz. Bu nedenle tüketicilerin mantığına hitap eden reklamlar yapmak, hiç olmayacak bir duaya âmin demektir.
İnsanların mantıklarına seslenmek yerine markaların yapması gereken, tüketicilerin alışkanlıklarına odaklanmaktır. Bunu yapmak için, tüketicilerin günlük hayatlarına girmek ve kendi evlerinde, gündelik yaşamlarında, bir anlamda “mahremiyet sınırlarının içinde” neler yaptıklarını anlamak demektir. (Etnografik araştırma)
    Alışkanlıklar ne kadar güçlüyse tüketicilere bu alışkanlıklarını sorgulatmak da o kadar zordur. Eğer bir marka tüketicide sağlam bir alışkanlık yaratmışsa rakiplerin işi zorlaşır. Bu nedenle bir piyasadaki lider markanın müşterilerini elde etmek çok zordur.
    Liderden müşteri almak için, onların mevcut tüketim alışkanlıklarını kırmak gerekir. Onlara neyi neden yaptıklarını sorgulatmak gerekir; ama bunu yapmanın yolu katiyen “Ey tüketici ! Sana daha iyi bir teklifim var.” diye bağırmak değildir.
    İş dünyası hala tüketicilerin rasyonel davrandıklarını düşünüyor ve bu nedenle her yıl milyarlarca lira reklam ve yeni ürün çabaları olarak sokağa atılıyor.
    İş dünyasının insan doğasını anlaması ve bunu kabul etmesi neden bu kadar zor? Neden hiç var olmamış, rasyonel bir tüketici ütopyası yaratıp onun uğruna zamanımızı, emeğimizi, paramızı sokağa atıyoruz? Son derece yalın gerçekleri anlamak için daha ne kadar zaman geçmesi gerekiyor?

Daha ne kadar başarısızlık ve para kaybı gerekiyor?

   Aslında zihinlerindeki koşullanmaları kaldırabilseler insan doğasının bu aşikar gerçeklerini onlar da görecekler ama şirket yönetim odaları onları değiştiriyor. Keşke karar alırken tüketicilerin etten kemikten yapılmış birer insan olduklarını hatırlasalar.

Yazan : Temel Aksoy

Doğru Zamanda, Doğru yerde, Doğru Soruyu sor hayatın değişsin!!

   Doğru kullanıldığında sorular, iletişimin en önemli silahıdır. Neden soru sorduğumuzu ve ne kadar bilgi almak istediğimizi bilmeli, sorularımızı buna göre şekillendirmeliyiz. Hiç diğer insanlara sorularınızı nasıl yönelttiğiniz üzerine düşündünüz mü? Sorular iletişiminizin ve kendinizi diğer insanlardan ayırma biçiminizin çok önemli bir bölümünü oluşturur. Sorular yoluyla bilgi alır, ilgi duyduğumuzu belirtiriz. Sorular aynı zamanda konuşmayı sevmeyen insanlarla iletişime geçmenin de başlıca yoludur. Ancak unutmamak gerekir ki soruların tek işlevi bilgi transferi değildir; aynı zamanda duygu transferini de sağlarlar. Bu yüzden iletişimde soruları etkin bir şekilde kullanabilmek çok önemlidir.
Soru sorarken bu 5 hataya düşmeyin!
   Soru sorarken aşağıdaki beş hataya asla düşmemeye özen göstermelisiniz.
1. Eğer alabileceğiniz yanıta hazırlıklı değilseniz veya başa çıkabileceğinizden emin değilseniz asla soru sormayın. Karşınızdaki insan haklı olarak “O zaman niye sordu ki?” diye düşünecektir.
2. Bir soru sorduktan sonra aldığınız yanıtı asla eleştirmeyin veya onunla alay etmeyin. Başka insanlarla alay etmek hiçbir zaman akıllıca bir davranış değildir ama birisi sorunuzu yanıtlama inceliğini gösterdikten sonra onunla alay etmek özelikle aptalca olacaktır. Çünkü o kişi bir daha sorunuza yanıt vermez.
3. Ciddiye almayacaksanız, kimseden tavsiye istemeyin Eğer kararınızı zaten verdiyseniz, yorum istemeyin.
4. Eğer yanıtı zaten biliyorsanız veya duymak istediğiniz yanıt çok açıksa soru sormayın. Duygularınızı incitmemek adına kimseyi yalan söylemek zorunda bırakmayın.
5. Sizi ilgilendirmeyen konularda soru sormayın. Soru sorma nedeninizi düşünün ve eğer iyi bir nedeniniz yoksa, sormayın. Alacağınız bilginin ne işinize yarayacağını değerlendirin. Birisi size uygunsuz bir şey sorduğunda da ona, bilmesini istediğinizden ya da gerçekte bilmek istediğinden daha fazlasını söylemeyin.

Dinlemeyi biliyor muyuz?

Dinlemekte en önemli şey o anki ruh halimizdir. Fırsatımız varsa kendimizi gözden geçirip eğer uygun değilsek karşımızdakine bu konuşma için uygun bir ruh halinde olmadığımızı söyleriz. Şartlar uygun değilse bize aktarılanları tarafsız bir şekilde kayda alır daha sonra tekrar gözden geçirebiliriz. Hayatta bizi meşgul eden çok şey vardır. Yapılan rutin işlerin, alışkanlıklarımızın dinlememizi sekteye uğratan birçok meşguliyetimizin dinlememize engel olmasına müsaade etmemeliyiz. 
Adam doktora gider:
“Doktor Bey, galiba karımda işitme kaybı başladı. Ne yapabiliriz?”
Doktor:
“Eve gittiğiniz zaman, karınızın arkasında, biraz uzakta durun. Normal bir sesle ona soru sorun. Eğer sizi duymazsa biraz daha yaklaşın ve sorunuzu tekrarlayın. Hangi mesafede duyduğunu tespit edelim, ona göre bir tedavi uygularız.”
Adam eve döner. Karısı mutfakta yemekle uğraşmaktadır. Adam mutfağın kapısında durur ve normal bir sesle:
“Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?” diye sorar. Karısı cevap vermez. Adam bir iki adım atar ve bir kez daha sorar:
“Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?”
Karısı yine cevap vermez. Adam kadının dibine kadar gelir ve tekrarlar:
“Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?”
Karısı öfkeyle dönerek cevap verir:
“Üçtür köfte diyorum ya!”
Bir arkadaşım bu fıkrayı anlatınca iletişimle ilgili yazdıklarımı gözden geçirme ihtiyacı duydum ve gördüm ki hem iletme üzerinde durduğumu fark ettim ve bu yazımda dinleme üzerinde durmak istedim.
En büyük hatalarımızdan biri de dinliyor gibi görünüp dinlememektir. Konuşan kişi er geç bunun farkına varacaktır ve rahatsız olacaktır. Dinleyemeyecek durumdaysak bunu belirtmemiz konuşan kişinin kendine daha çok değer verdiğimizi gösterir. Dinlerken duyduğumuz herhangi bir şeyi geçmişle ilgili bir olayı hatırlamamıza neden olabilir. Geçmişteki bir duruma, olaya, kişiye bir çapa atmış olabiliriz. Bu durum da karşımızdakini anlamamıza engel olur. Dinlemeye, gergin, saldırgan duygularla başlamak, ön yargılardan kurtulmadan dinlemek karşımızdakini anlamamıza engel olacaktır. Birini dinlerken zihnimiz berrak olmalı.
Anlamadığımızda anlıyor gibi yapmak çok yanlış olur. Anlamadığımız bir ayrıntı varsa, konuşmaya ara verip anlamadığımız ayrıntı için açıklama istemeliyiz. Konuşan için bu, rahatsız edici bir durum olmaktan çıkar ve sizin anladığınızdan emin olur ve anlamadığınız noktalar için açıklama isteyeceğinizi bildiği için daha rahat devam eder konuşmasına. Anlıyor gibi görünmek ilk başta puan kazandırabilir ama kilit önemdeki bir bilgiyi atlamanıza neden olabilir. Salak gibi görünmek salak olmaktan iyidir.
dinlemeyi biliyor muyuz
Konuşulan şey sizin için önemsiz olabilir ancak karşınızdaki için belki de hayati bir önem taşımaktadır. Karşınızdakine zaman ayırıyorsanız söylediklerini anlamak için de çaba harcamalısınız. Tam tersi durumda hem karşınızdakinin zamanını hem de kendi zamanınızı boşa harcamış olursunuz.
Unutkanlık ayıp değildir. Yorgunluk ve yoğunluk unutkanlığa yol açar. Bu konuda önlem almamak bazen affedilir olmaktan çıkar. Bu tür durumlarda not almak en güzel yoldur.
“Leb demeden leblebiyi anlamak” ilk başta çok zekice ve takdir edici görülse de her zaman doğru bir yaklaşım değildir. Bu durum bazen mesajda boş kalan yerleri yanlış doldurmanıza neden olabilir. “Şey” li cümleler çok tehlikelidir. Konuşmacı,  bol bol şeyli cümleler kuruyor ise bazı metin boşlukları kalacaktır. Lütfen bu metin boşluklarını kendiniz doldurmayın. Karşımızdakini anlamaya en büyük engel ön yargılarımızdır.
Bununla ilgili bir öykü aktarmak isterim:
İş adamı tıraş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir. Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler. Berber, iş adamının kulağına fısıldar;
“Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi…”
Berber çocuğa seslenir:
“Ali, buraya gel!”
Bunun üzerine çocuk sakince dükkâna girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber işadamının kulağına sessizce, “bak şimdi” diye fısıldar ve bir elinde beş yüz bin, diğer elinde beş milyon’luk bir banknot olduğu halde çocuğa sorar:
“Hangisini istiyorsan alabilirsin?”
Çocuk dalgın dalgın bir beş yüz bine bir de beş milyona bakar ve sonunda beş yüz binlik banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır. Berber işadamına döner ve gülerek:
“Gördün mü? Sana söylemiştim.” der.
Tıraş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali’yi görür. Yanına giderek, neden beş milyonluk değil de, beş yüz binlik banknotu aldığını sorar.
Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir:
“Hehehe… Eğer beş milyonluğu alırsam oyun biter!” der.
Dinleyen kişi kendini boş bakışlarla, esnemelerle ele verir. Konuşanı dinlerken bazı olumsuzluklar sergileyebiliriz. Bu olumsuzluklardan farkındalıklarla kurtulabiliriz.
Dinleyici Türleri
Şimdi size bazı dinleme şekillerinden söz etmek esterim:
- Bazı dinleyiciler vardır ki hiç külyutmazlar, çok zekidirler, leb demeden leblebiyi anlarlar ve sürekli karşıdaki kişiye çok zeki olduklarını ima etme ihtiyacı duyarlar. Bir iki dakika diyalogla çok rahat anlarsınız bu insanların dinleme kültürlerindeki eksikliklerini. Durmadan lafınızı bölerler, sizin söylediklerinizden çok kendi söyleyecekleri önemlidir, çünkü o insana vereceğiniz pek fazla bir şey yoktur. Karşıdaki her zaman aptal, bilgisiz ve söyledikleri şeyler boştur. Böyle bir insan kendinin bu yapıda olduğunu anlayamazlar. Çevresindeki gerçek dostlarının uyarıları da çok fazla bir işe yaramaz. Uzun bir uğraşı sabırla birleştiğinde işe yarayabilir.
- Bazı insanlar vardır ki işleri güçleri karşılaştırma yapmaktır. Karşılaştırma bir anlamda çok işe yarayabilir ama gereğinden fazlası sorun çıkarır. Siz bir şey anlatmaya çalışırken birden sözünüz kesilir ve kendiyle ilgili, deneyimleriyle ilgili ya da çevresindeki insanlarla ilgili bir bağlantı dinlemek zorunda kalırsınız. Bu tip insanlar sizi dinlemek yerine sizin anlattıklarınızla kendi hayatıyla ilgili çevresiyle ilgili bağlantı kurma derdine düşmüştür. Sizi pek dinleyemez. Çünkü onun sizi dinlemekten daha önemli yapacağı bir iş vardır: Karşılaştırma yapmak.
- Bazen de üstün bir konuşmacı dinleyiciniz olabilir. Siz bir şeyler anlatırken o sizin anlattıklarınızın daha iyi daha güzel nasıl anlatılacağıyla ilgilenir. Bu durum da sizi dinlemesine engel olur. Çünkü siz iyi bir anlatıcı değilsinizdir ona göre.
- Bazı dinleyiciler vardır ki dertleri başından aşkındır. Sizi dinlemeye mecali yoktur. Sizin dertleriniz, sıkıntılarınız onun dertleri yanında devede kulak bile değildir. Siz bir şeyler anlatırken o kendi dertleriyle meşguldür. Deprem olsa onun dertleri yüzünden depremle ilgilenecek hali yoktur ki. Onu dertleriyle baş başa bırakmak zorundasınız.  Dertlerini dinleyecekseniz o zaman başka. Anlatmaya başlar.
- Haa, unutmadan hiç yargıç dinleyicilerle karşılaştınız mı? Anlattıklarınıza bir yargıç gözüyle bakacaktır. Yeri geldiğinde bir dedektif, bazen bir avukat, bazen bir hâkim gibi sorular soracaktır size. Bu dinleyiciler çok iyi dinliyor gibi görünseler de bazen mesajın özünden uzaklaşabilirler ve bu özellikleri sizi dinlemesine engel olabilir.
- Peki, sözünüzü kesenlere ne diyeceksiniz? Konuşmanız esnasında sözünüz o kadar kesilir ki, anlatacaklarınıza bir türlü konsantre olamazsınız. Bir de bunu o kadar haklı nedenlerle yapıyordur ki söyleyeceğiniz hiçbir şey yoktur. Çünkü yanlış bir şeyler anlatıyorsunuzdur ya da eksik. Belki de anlattığınız şeyler çok gerekli değildir. Çünkü o bir aptal değildir. Siz ise bir aptala anlatıyor gibi anlatıyorsunuzdur.
- Ya sürekli şikâyet eden dinleyicilere ne diyeceksiniz? Siz ne kadar çaba sarf ederseniz sarf edin şikâyetleri hiç bitmez. Çünkü her şeye olumsuz bir bakış açıları vardır ve her şeye bir kulp takacaktır. Siz ağzınızla kuş tutsanız o diyecek ki niçin bu kuşların tüyleri duruyor?
- Eyvah eyvah! Dilim varmıyor ama bir de dinlediği her şeyi dedikodu konusu yapacak tiplerimiz vardır. Siz sorunu çözmek için kendinizi yırtın. O kendisine dedikodu konusu oluşturmaya çalışır ve her zaman da bu konuda başarılı olur. Çünkü sizi dinlerken buna öyle konsantre olur ki…
Şimdi tahmin ediyorum birçoğunuz yukarıda saydıklarımızdan hiçbirini kendinize kondurmamışsınızdır ya da o kadar alınğansınızdır ki birçok sorun sizde de vardır. Çevrenizin yorumlarını daha çok dikkate alarak ve onlardan yorum yapmalarını isteyerek gerçeği yakalayabilirsiniz. Yalnız çevrenizdeki insanların da yanılabileceğini göz ardı etmemeniz gerekir.
Umarım karşınızdaki konuşmacıya şu hikâyedeki yaşlı kadının haklı olduğunu dile getirme fırsatı vermiyorsunuzdur.
Duyma problemi olan 85 yaşındaki bir kadının öyküsünü dinlemiştim. Kadın doktoruna gider. Doktor onu muayene ettikten sonra, “Duyma sorununuzu düzeltecek olanaklarımız var artık. Ameliyat için sizce hangi gün uygun?” der.
“Ameliyat olacağımı nereden çıkardın, ameliyat olmak istemiyorum, 85 yaşındayım ve bugüne kadar duyduklarım bana yeter, yeterince duydum.” der. 
Yazan : M. Abdullah YILMAZ

Bayram Mesajları

    Yarın Ramazan bayramı bende bir değişiklik yaparak sitemde bayramda sevdiklerinize gönderbileceğiniz mesajlardan bir demet sunmak istedim. Her ne kadar mesaj arayıp konuşmanın yerine geçmezsede en azından sevdiklerinize gönderbileceğiniz onların yüzünü gülümseten mesajlar olması dileğimle.

   Sevdiklerinizle nice huzurlu, mutlu, sağlıklı ve esenlikler dolu bayramlara ulaşmanızı diliyorum.
   Bir avuç dua, bir kucak sevgi, sıcak bir mesaj kapatır mesafeleri, birleştirir gönülleri, bir sıcak gülümseme, bir ufak hediye daha da yaklaştırır bizi birbirimize. Kalbiniz nur, eviniz huzur dolsun. Ramazan Bayramınız kutlu olsun!

   Kainatın yaratıcısı ve alemlerin Rabbi yüce Allah'a sonsuz şükürler olsun! Ramazan Bayramı bereketiyle, bolluğuyla gelsin, tüm insanlık için hayırlara vesile olsun

    Küskünlerin barıştığı, sevenlerin biraraya geldiği, rahmetle ve şefkatle dolu günlerin en değerlilerinden olan Ramazan Bayramınız kutlu olsun.

   Her ilkbaharda gelinciklerin en güzel başlangıçları müjdelemesi gibi, bu bayramın da sana ve ailene mutluluk ve neşe getirmesini diliyorum... İyi bayramlar!

   Kardeşliğin doğduğu, sevgilerin birleştiği, belki durgun, belki yorgun, yine de mutlu, yine de umutlu, yine de sevgi dolu nice bayramlara...

   Yüreğine damla damla umut, günlerine bin tatlı mutluluk dolsun. Sevdiklerin hep yanında olsun, yüzün ve gülün hiç solmasın. Bayramın kutlu olsun...

   Tüm yürekler sevinç dolsun, umutlar gercek olsun,acılar unutulsun,dualarınız kabul ve bayramınız mübarek olsun.

    Ramazan Bayramınız kutlu, yüreğiniz umutlu, umutlarınız atlı, sevdanız kanatlı, mutluluğunuz katlı, sofranız tatlı, mekânınız tahtlı, ömrünüz bahtlı, yuvanız bereketli olsun...

    Bin damla serilsin yüreğine, bin mutluluk dolsun gönlüne, bütün hayallerin gerçek olsun, duaların kabul olsun bu bayramda... Ramazan Bayramın mübarek olsun!

Benim ömrümde ırmaklar vardır sularında hayallerimi yüzdürdüğüm, benim ömrümde sevdiklerim vardır bayramlar ayrı geçince üzüldüğüm. Bayramınız mübarek olsun!

H  ep bir arada, sevgi dolu ve huzurlu nice bayramlar geçirmek dileğiyle, Ramazan Bayramınız kutlu olsun!

    Bir bayram gülüşü savur göklere, eski zamanlara gülücükler getirsin öyle içten samimi, gözyaşlarını bile tebessüme çevirsin. İyi Bayramlar.

  Sema kapılarının açık olduğu bugünde heybenizde tohum tohum dua menekşeleri saçmanız temennisiyle hayırlı bayramlar.

    Bin damla serilsin yüreğine, bin mutluluk dolsun gönlüne, bütün hayallerin gerçek olsun, duaların kabul olsun bu bayramda... Ramazan Bayramınız mübarek olsun!

Kendinize güvenmenin 14 yolu

Eğer özgüveninizi yitirdiğinizi düşünüyor ve nedenini sorguluyorsanız, ya da kendinize güveninizi nasıl pekiştireceğinizi merak ediyorsanız bu tavsiyeleri uygulayın.
1. Önce bütün olumsuz tecrübeleri unutun. Durup dururken güveniniz yitirmeniz, basarisizlik duygusunu yasamaniz bundan olabilir. O yüzden ilk adim olarak gecmisteki bütün kötü deneyimleri yok edin. Beyninizden silin gitsin!
2. Kendinizle iletisiminiz cok önemli. ”Sen bunu yeneceksin” gibi cümleler kurmayin. Yani kendinize ic sesinizle “sen” diyorsaniz bu sorundur. İlk olarak kendinizle “iletisim”e gecip, “ben bunu yaparim” seklinde cümlelerle ise baslayin.
3. Erteleme olayina bir son verin. Bir seyi sonlandirmayip, yarim birakma, basarili olamama korkusuna dayanabilir. “Su an” yapacaginiz ne varsa “hemen simdi” yapin. Bir not edin bakalim, “yarim” biraktiginiz isler cok fazla mi? Onlari tamamlamak güven duygunuzu rehabilite edecektir. Cok basit seylerde bile bunu uygulayin. Sacinizi kestirmeyi ne zamandir erteliyor musunuz. Hemen gidin kestirin mesela..
4. Kesin olarak istediginiz seyin ne oldugunu düsünün. Tam olarak neyi, ne kadar, nerede ve nasil elde etmek istiyorsunuz? Bunu dakikalarca düsünüp, o cok istediginiz seye odaklanin. Adrenalinizin arttigini, istediginiz seye kavusmayi “düsünmenin” sizi pozitif bir ruh haline soktugunu göreceksiniz.
5. Kötü tecrübeleri beyninizin bilgisayarini cöp kutusuna atip, silmistiniz ya. Eh simdi, arkadaslarinizla beraberken biraz sikiliyorsunuz degil mi? Onlara hep ”dertlerinizden” söz ederdiniz hani! Canim, biraz düsünün, sizin hic basariniz olmadi mi gecmiste. Dost sohbetlerinde arada sirada bu basarilarinizdan da söz edin.. Anlatirken bunu nasil yaptiginizi yeniden hatirlayacaksiniz. Belki de bu yöntem, baska ulasmak istediginiz idealleriniz icin de ise yarar!
6. Çevrenizi iyi gözlemlediniz mi? Basarili ve mutlu insanlar genellikle “Çözüm”e odaklidir. Bu insanlar yüzde 20 problemlere, yüzde 80 cözümlere odaklanir. Bazi sorunlar aslinda sizin “büyüttügünüz” kadar degil. Siz ona “odaklandikca” o büyüyor, büyüyor ve cözülmez bir hale geliyor. Bu sorunlarda cikmaza girdiginizde bir “örnek” bulun. Yari sorunu cözmüs bir insan örnegi. O, nasil cözdü? Tamamen bu yönteme odaklayin kendinizi.
7. Enerjinizi cogaltin. Cünkü enerji bize sadece fiziksel güc olarak gerekli degildir. Duyu organlarimiz da enerji ile calisir. Bu enerji sesinize, bakisiniza, görünüsünüze etki eder. Spor yaptiginizda seretonin ve endorfin hormanlari artacak. Bu iletisimde cok önemli; Bakislariniz da bu hormonlarin etkisiyle karsi tarafa daha kolay “olumlu” mesajlar göndermenizi saglayacak. Kendinizi “iyi” hissetmek, güne gülümseyebilmek icin spor cok önemli. Unutmayin, egzersizden uzak kaldiginizda, adeta benzinsiz bir araba gibisiniz!
8. Telkin cok önemli. Her ne istiyorsaniz onu olmus gibi hayal edin: Alt bilinciniz sadece simdiki zamani bilir. O yüzden gelecek zamanli cümleler kurmayin. Örnegin, ”zayiflayacagim” derseniz asla zayiflayamazsiniz. Belirsiz bir gelecek yerine, “su anda yapiyorum” deyin.. Bu mesaji yolladiginizda, alt bilinciniz sizi o amac icin bazi tutumlara davet edecektir. Siz farkinda bile olmadan… Enerjiniz cogalacak, yavas yavas zayiflama istegi artacaktir.
9. Aman, renkler cok önemli. Giysilerde renk tonajlarina dikkat edin. Sectiginiz her renk sizi anlatiyor cünkü. Canli renkler mutluluk ve neseyi koyu renkler ise ciddiyeti temsil ediyor. Bu tarz olarak size en yakisani secin. Bu giysileriniz canli renklere sahipse güveninizin kendiliginden gelistigini göreceksiniz. (Tabii yerine göre.. Bir is toplantisina da piril piril renklerle gidilmez elbette.) Su acik ki, asil olarak “ten giysiniz”, yani solgun olmayan bir cilt, pariltili bakislar giysilerden daha da önemlidir. Olumlu düsündükce farkli bir ten renginin ve bakislarin sizde oturdugunu farkedeceksiniz.
10. “Evet” ve “hayir” lara dikkat. Hickimse size istemediginiz bir seyi yaptiramaz. Bazi insanlara da hayir demeyi ögrenin. Hoslanmadigıniz bir mekana sizi götürmek isteyen arkadasiniza karsi rahatlikla ” hayir” kelimesini kullanin. Birlikte keyif alacaginiz mekanlari sececek arkadasiniz mutlaka vardir. Sizi rahatsiz eden, olumsuz ruh halinizi cogaltan insanlarla iliskinizi de gözden gecirin. Sizi üzen bir insanla yola devam etmek sizden sürekli götürecektir.
11. Gelecegi “belirsiz” birakmayin. Planlayin. O gerceklestiginde neler hissedersiniz, sürekli bunu düsünün. Artik o ideale, o “plan”a nasil ulasacaginizi düsünün ve kendinizi orada hayal edin sik sik. Örnegin isyerinizde “sef” mi olmak istiyorsunuz? Sürekli bunu nasil gerceklestireceginizi düsünmenin ve bu anlamda somut olarak neler yapabileceginizin ötesinde, o görevi “hayal” edin. Kendiniz orada, bir toplantida iken hayal kurun örnegin. Hayaliniz güclendikce, tutumlariniz da degisecektir. Örnegin, o iste sef olmak icin önce dil mi bilmeniz gerekiyor. Farkinda olmadan ayaklariniz sizi bir bir hafta sonu kursuna dogru götürecektir.
12. Gelecegi planlamak kendinize güveni, kendinize güvenmek de size bazi “formüller” de getirecektir. Örnegin zayiflamak istiyorsunuz ama neden sismanladiginizin “formülü”nü dikkate almiyorsunuz. İste olumlu bir sekilde basariya odakladiginizda beyniniz, size “neden sismanladiginiz”i da animsatacak. Ve sizi kilo almaya götüren nedenleri de hayatinizdan kaldirmak üzere planlar yapiyor olarak bulacaksiniz kendinizi..
13. Bir de, “olumlu” anlam iceren kelimelere dikkat edin. Olumsuz olarak beyninize yerlestirdiginiz cümleler size baski yapar. Orada “beslenir” ve daha güclü olarak geri dönebilir”. Bir örnek vermek gerekirse, “asla televizyon seyretmiyorum” demeyin. Beyniniz sizi daha istekli olarak TV seyretmeye zorlar. İnsanlarin “kötülükleriyle” ugrastiginizda da ters tepki verir. Kötü bir kelimeyi kullandiginizda ona yüklediginiz anlami bilincinize cagirirsiniz! Bu kelimeyi cok sik hatirlamaya baslarsiniz. Hatta yillar sonra o eylemin icinde bile görebilirsiniz kendinizi. O nedenle “olumsuz” herhangi bir kelimeyi (Her ne olursa olsun) beyinize yerlestirmemeye özen gösterin.
14. Hayatinizi yönlendirin. Ne eksikse yasaminizda ona kanalize olun. Sevgi mi yok, sevgi birlikteligine kanalize olun. O boslugu bir sevgili dolduracaksa, yani ona gereksinimiz varsa bunu planlayin. Bir takim duygusal bosluklarin yerini baska seylerle kapatmayin. Zaten olumluya ve basariya kanalize olmus bir ruh hali, baska arayislariniza cözüm bulmak üzere de konumlanacaktir. Basari ve sevgiyle birlikte donanmis benliginiz, size enerjiyi ve mutlulugu da cagiracaktir.


   Kendinize güveninizi kaybederseniz hayatı ıskalamaya başlamış demeksiniz. ne olursa olsun kendinizi sevin ve kendinize güvenin. Eğer siz kendiniz sevmezseniz yada kendinizie güvenmezseniz başkası niçin sizi sevsin yada size güvensin.

    Şartlar ne olursa olsun gülümsemeyi bırakmayın. 
 Lütfen Gülümseyin. Hayatın amacı deneyimlemek ve keyif almaktır.

Sorunlarınızı Sorularınızla Çözün

ÇÖZÜM DENKLEMİ
SORU(N)=SORU 
 Yukarıdaki deklemle birçok sorununuzu çöze bileceğinizi söylesem ne dersiniz? Çaresiz değilsiniz.çare SİZsiniz. Sorunlar içerisinde çözümleri de barındırır.Doğru sorularla sağlıklı ,cözümsel bir bakış açısına sahip olabiliriz. Bir sorun karşısında ,her şeyden önce kişisel sorumluluğumuzu farketmeliyiz. "Benim suçum değil" ,"Benim sorunum değil" ,“Benim sorumluluğumda değil.” ,“ Bu hatayı kim yaptı?" "kim suçlu''?... Genellikle hayal kırıklığına uğradığımızda veya bir mücadele içinde olduğumuzda ilk olarak olumsuz ve savunmacı bir tepki veririz.Bu cümleler masum gibi gözükse de, kişisel sorumluluk eksikliğini göstermektedirler. kişisel sorumluluğumuzu reddetmek suçlu aramak şu ana kadar gördüğümüz fikirlerin en verimsizi ve yaygın olanıdır. Ayrıca, yaşamda karşılaştığımız birçok problemin de kaynağıdırlar.suçlu aramaktan vazgeçip kişisel sorumluluklarımızı uygulamaya başlarsak potansiyelimize ulaşma şansımızı arttırırız.Sizinle başarı arasında sizin kontrolünüzde olmadan duran kişi veya durum nedir? Düşüncelerimizi tersine çevirip kendimize sorumlu sorular sormak, kendimizi ve kurumlarımızı geliştirmek için en güçlü ve etkili yollardan biridir. “Fark yaratmak için ne yapabilirim?"  ,“Ne yapmalıyım?” ,“Nasıl yapmalıyım?”... daha iyilerini yapabilme özgürlüğü iyi bir başlangıçtır. Bazen  hiçbir seçeneğimiz olmadığını düşünürüz,  Fakat her zaman bir seçeneğimiz vardır.  “seçmeme kararı” bile bir seçenektir. Bunun farkında olmak ve seçimlerimizin sorumluluğunu almak, hayatımızda olmasını istediğimiz büyük olayların gerçekleşmesi için önemli bir adımdır.""Biz sadece kendimizi değiştirebiliriz." Karşımızdakini değiştirmek güçtür ve gerçekçi değildir. Bu nedenle kendimize "Diğerleri benim dediğimi ne zaman yapacaklar?" yerine "Ben kendi isteklerimi ne zaman gerçekleştireceğim?" sorusunu soralım.Düşüncelerini disiplin altına al. Daha iyi sorular sorarak ne yapacağına karar ver harekete geç. Bu kişisel sorumluluğun gerçek uygulanışıdır.Sorularımızın kalitesi cevaplarımızın kalitesini belirler.Soruya "Ne" ve "Nasıl" ile başlayalım.
"Neden", "Ne zaman" veya "Kim" bizi çoğu zaman çıkmaza sürükler.Sorumuz "Ben" sözcüğünü içersin.  "Onlar", "biz" veya "sen"i değil. Eyleme odaklanalım."Ne yapabilirim?" işte bu önerge  "Ne" ile başlıyor, içinde "ben" var ve bir harekete odaklanmakta."Neden diğerleri daha çok çalışmıyor?"
"Bu neden benim başıma geliyor?"
"Neden işimi yapmamı bu kadar zorlaştırıyorlar?"
Yüksek sesle söyleyin. Bu sorular sizi nasıl hissettiriyor?
"Neden ben?" tipinde sorular "Ben çevrenin ve etrafımdaki insanların bir kurbanıyım" demektedir. Verimli bir düşünce olmamasına karşılık sürekli bu soruyu sorarız.
Bu sorular yerine şunları sorsaydık neler olabileceği hakkında düşünün:
"Bugün işimi daha iyi nasıl yapabilirim?"
"Durumun daha iyiye gitmesi için ben ne yapabilirim?"
"Diğerlerine nasıl destek olabilirim?"Sürekli yeni kaynaklar edinmekten öte, elinizdeki kaynakları değerlendirmek için çözüm yolları arayın. Kendinize yönelttiğiniz soru “Ne zaman yeni bir şeyler duyacağız?” değil “Daha önce duyduklarımı nasıl uygularım?" olmalıdır.Neye sahip olmadığımızı düşünmek zaman ve enerji kaybıdır. Fark yaratmak istiyorsak, enerjimizi çerçevenin içindekilere odaklayalım: "Elimdeki kaynaklarla nasıl başarabilirim?"
Ne yapabileceğini, başarabileceğini ya da yaratabileceğini sorarsan, yeni şeyler üretebilirsin. Bu kadar basit. Ancak harekete geçerek bir şeyi başarabilirsin.
Yanlış ve Doğru Sorular
 Hepimiz hayatta birçok rol oynarız ve bu rollerin her birinin kendine özgü zorlukları ve sinir bozucu özellikleri vardır.Rolümüz ne olursa olsun, birileri bizi izleyip davranışlarımızı taklit etmeye çalışır. Model olmak en güçlü öğretmenliktir. Bu nedenle davranışlarında sahip olduğun rollerin sorumluluğunu da hesaba katmalısın.
Aşağıda belli rollere göre, doğru ve yanlış soru örnekleri karşılaştırılmıştır.
Y:
"Ne zaman çocuğum beni dinlemeye başlayacak?"
"Neden kızım o çocuklarla takılıyor?"
"Ne zaman oğlum bana açılacak?"
D:
"Onu daha iyi nasıl tanıyabilirim?"
"Ebeveynlik becerilerimi nasıl geliştirebilirim?"
"Bu zor yıllan aşmasında ona nasıl yardımcı olabilirim?"
Y:
"Neden arkadaşlarımı sevmiyorlar?"
"Ne zaman anne babam beni anlayacak?"
D:
"Daha iyi iletişim kurmak için ne yapabilirini?''
''Anne baba olarak nasıl düşünüyorlardır?''
Y:
"Neden o eski hikâyeyi tekrarlamaktan vazgeçmiyor?"
"Beni ne zaman takdir edecek?"
"Neden her şeyi ben yapmak zorundayım?"
D:
"Bugün kendimi nasıl geliştirebilirim?"
"Ona yardımcı olmak için ne yapabilirim?"
"Nasıl sınırlarımı daha iyi tespit edip "hayır" diyebilirim?"

                                                                             II
SORULARLA DÜŞÜNME
Sorulara hayatımızdaki düşündürücü öğretici kısıtlayıcı,yargılayıcı taraflarındanda bakıp ele almalıyız.....Sorular bizim problemimizi çözmekle birlikte düşüncemizde de farklı, öğretici açılımlar yaratır.Çoğu zaman sorduğumuz soruların güç bela bilincindeyiz. Oysa sorular yaşamamızın hemen her anında düşünce sürecimizin parçasıdır.Sorular sonuçlara götürür. Sorular davranışlarımızı ve olası sonuçları programlar.Soruların bir kısmı öğretici bir kısmı yargılayıcıdır. Çoğu zaman öğretici ve yargılayıcı yollar arasında ileri geri gidip geliyoruz. Yaptığımız seçimin bizim kontrolümüzde olduğunun güç bela farkına varsak da her an bir seçeneğimiz var. Gerçek seçim kendi düşüncemizi gözlemleyebildiğimizde başlar. Kendi düşüncemizi yönetemezsek başka bir şeyi yönetemeyiz.Başımıza gelecekleri her zaman seçemesek de, başımıza gelenlerle ne yapacağımızı seçebiliriz.Olumsuz içsel sorular, farkında olmadan bizi olumsuz etkilemekte.
İyi ya da kötü, yanlış ya da doğru yoktur. Yanlıca olanlar vardır. Ve olanlarla ne yaptığın. Seçeneğin devreye girdiği nokta burası. Sorularla düşünmenin özü budur. Soruları değiştir, düşüncen değişsin.Gergin, üzgün, engellenmiş hissediyorsan ve kendine yargılayıcı konumda mıyım diye sorduğunda cevap evetse, “Olmak istediğim yer burası mı?”diye sor. “Başka ne şekilde düşünebilirim?”, “Neye ihtiyacım var?” gibi öğretici sorular size daha yararlı olabilir.
Bir tartışma sırasında iki kişi de yargılayıcı olduğunda, ilk uyanan avantajlıdır. Bu kişinin öğreticiye geçmesiyle, kişi sürücü koltuğuna oturup durumu her ikisi için de tersine çevirebilir.
Kendi kendimize sorduğumuz bilinçli ya da bilinçsiz sorular, en kötü düşmanımız veya en büyük yardımcımız olabilir. İki farklı soru grubunun bizi nasıl etkilediğine bakalım. Kasların duruşuna ve nefesin ve bedenin değişik bölgelerinde neler tecrübe ettiğimize dikkat edelim.
Yargılayıcı
*Yanlış nerede?
*Kimi suçlayabilirim?
*Haklı olduğumu nasıl kanıtlayabilirim?
*Kendi sahamı nasıl koruyabilirim?
*Kontrolü nasıl elimde tutabilirim?
*Nasıl olur da kaybedebilirim?
*Nasıl olur da zarar görürüm?
*Bu insan neden bu kadar aptal ve sinir bozucu? 
*Neden canımı sıkıyor?
<="">
Öğrenici sorular
*Ben ne istiyorum?
*Seçeneklerim neler?
*Ne tür varsayımlarda bulunuyorum?
*Sorumluluklarım neler?
*Bu konuda başka nasıl düşünebilirim?
*Diğer insan ne düşünüyor?
*Neyi kaçırıyorum ya da sakınıyorum?
*Bu kişiden ya da durumdan…Bu hatadan ya da başarısızlıktan…Bu başarıdan… ne öğrenebilirim?
*Hangi soruları sormalıyım? (kendime ya da başkalarına)
*En çok anlam ifade eden eylem basamakları hangileri?
*Bunu nasıl bir kazan-kazan ilişkisine dönüştürebilirim?
*Mümkün olan ne?
Hepimiz her iki türlü sorular sorarız. Hangi soruları soracağımızı seçme gücüne sahibiz. Kendi tepkilerini karşındakinin davranışlarından ayırabilirsin. Karşımızdakinin davranışlarına göre tepki verdiğimizde, özgür düşünce ve davranışlarımız olmayabilir. Güç kaybedip, ipleri başkalarının elinde bir kukla gibi olma ihtimalimiz var.
Karşımızdakinin yaptığıyla, onun yaptığına karşılık, yapmayı seçtiğimiz şey arasındaki farkı fark etmeliyiz.
Bir tartışmayı kazanmak mı yoksa güzel bir gece geçirmek mi istiyorum?Sorunları yargılayıcı sorularla  çözmek zordur. Kişiyi felç edebilir. çaresiz ,çözümzüz hissetmesine neden olur.Öğretici sorular zihni açar seçenekler yaratmakta ve durumu iyileştirmekte özgürkılar.
Öğrenici/Yargılayıcı Kafa Yapıları
 Yargılayıcı
 *Yargısaldır(kendine ve başkalarına karşı)
 *Tepkisel ve otomatiktir
 * Her şeyi bilir
* İnatçı ve katıdır
* Ya bu/ya da şu diye düşünür
* Kendi haklılığından emindir
* Meraklıdır 
*Değişiklikten korkar
* Yalnızca kişisel bakış açısına sahiptir
* Varsayımları savunur  
* Olasılıklar sınırlı görülür   
* Temel ruh hali koruyucudur
 Öğrenici
*Kabullenicidir(kendine ve başkalarına karşı)
* Uyumlu ve düşüncelidir
* Bilmemeye değer verir
*Esnek ve intibak eder
 * Her ikisi de/ve diye düşünür
* Değişikliğe değer verir
* Başkalarının bakış açısını değerlendirir 
* Varsayımları sorgular
* Olasılıklar sınırsız görülür
* Temel ruh hali meraklıdır

Hepimiz her iki kafa yapısına ve herhangi bir anda hangisini kullanacağımızı seçme gücüne sahibiz.
Öğrenici/Yargılayıcı İlişki Yapıları
Yargılayıcı        
*Kazan-kaybet ilişkisi
* Başkalarından ayrı hisseder
* Farklılıklardan korkar
* Tartışır  
* Kusur bulur
* Geri besleme ret olarak algılanır  
*Saldırır ya da savunur 
Öğrenici
* Kazan-kazan ilişkisi
* Başkalarıyla arasında bağ hisseder 
* Farklılıklara değer verir
* Konuşur
* Eleştirir
* Geri besleme değerli olarak algılanır 
* Çözer ve yaratır

Hepimiz ilişkilerimizi her iki kafa yapısını da kullanarak kuruyoruz ve herhangi bir anda nasıl ilişki kuracığımızı seçme gücüne sahibiz.Dünya sonsuz olanaklarla dolu olsa da yargılayıcı gözlerle baktığında ya da yargılayıcı kulaklarla duyduğunda kullanımın sınırlı kalır.
Yargılayıcıda olabileceğini sezdiğin anda, dur, derin bir nefes al ve kendine sor: “Yargılayıcı yolunda mıyım?” Cevabın evetse, şunun gibi basit sorular sorarak Değişim Hattına geçebilirsin: “Bu konuda daha başka nasıl düşünebilirim ve nerde olmak isterdim?”
Bu şekilde Öğrenici yolda ilerleyebilirsin.(Farkındalık-Nefes-Merak-Seçim Yöntemi)Öğrenici ve yargılayıcı yolları arasında ikilem yaşadığında F-N-M-S Yöntemi sana yol gösterebilir.
Farkındalık
 Yargılayıcı yolda mıyım?
Nefes
 Geri çekilip, durarak bu duruma daha tarafsız bakmaya ihtiyacım var mı?
Merak
 Bütün gerçekleri biliyor muyum? Burada neler oluyor?
Seçim
 Seçimim ne?
SONUÇ...
Yargılayıcıyı fark et, öğreniciyi uygula. Bu sloganı beynine kazı. Şu şekilde düşün:
Hiçbir zaman saf öğrenici olmayacaksın, ama dikkatini nereye çevireceğin konusunda seçim yapmayı öğrenebilirsin.
Ne zaman dikkatini yargılayıcıya verecek olsan, başka şeylere enerjin kalmaz. Bu durumun, etrafındaki insanları nasıl etkileyeceğini gözünde canlandırabilirsin.
 ***İyi sonuçlar, iyi sorularla başlar.***

DEĞİŞİM İÇİN 12 TEMEL SORU:
1.  Ben ne istiyorum?
2.  Seçeneklerim neler?
3.  Ne tür varsayımlarda bulunuyorum?
4.  Sorumluluklarım neler?
5.  Bu konuda başka nasıl düşünebilirim?
6.  Diğer insan ne düşünüyor?
7.  Neyi kaçırıyorum ya da sakınıyorum.
8.  Bu kişiden ya da durumdan…
     Bu hatadan ya da başarısızlıktan…
     Bu başarıdan…
     ne öğrenebilirim?
9.  Hangi soruları sormalıyım? (kendime ya da başkalarına)
10. En çok anlam ifade eden eylem basamakları hangileri?
11. Bunu nasıl bir kazan-kazan ilişkisine dönüştürebilirim?
12. Mümkün olan ne?
 Sorularla düşünme sistemini nasıl kullanılacağı bir kere anlaşıldığında bütün parçalar yerine oturur. Bu yeni araçlar ve yöntemler kişiyi daha etkili, üretken ve başarılı kılar. Sonunda, tereddütlerin ötesinde büyük bir sıçrama yapabilirsinHer şeyi sorgulayın. Haklı olduğunu kanıtlamaya çalışman karşındakiler tarafından nasıl karşılanıyor?Kendi düşüncelerinin,duygularının,ve onların neden olduğu davranışlarının  sorumluluğunu üstlenmeye istekli misiniz?
Ne kadar gönülsüz olursa olsun, kendini affetmek hatta kendine kahkahalarla gülmek istiyor musun?
Deneyimlerinin, özellikle en zor olanların taşıdığı değeri araştıracak mısın?
Yaşadıklarından ders çıkartmaya ve buna bağlı değişiklikler yapmaya istekli misin?
Nur Meriç


Kitabımı edinerek kendinize ve bana katkıda 

bulunmak ister misiniz?












KONTROL SENDE

Çekim Yasası Ve Bilinçaltı Dönüşüm Teknikleri Kitabı




      

Her başarının altında disiplin vardır.

“Okuldan benim ‘yazıhane’m aşağı yukarı 15 dakika… İstanbul’un en güzel bölgesinden, Beyoğlu’nun arka sokaklarından, Ceneviz havasının Levanten rüzgarlara karıştığı eski Rum apartmanlarının arasından, Ermeni kalfaların yaptığı binaların önünden geçerek, o gün yapacaklarımı planlayarak ve erken kalktığım için kendimden memnun olarak, sabahın sessizliğini, şehrin ilk kokularını, daha ısıtmayan güneşi hissederek, sokağı ezbere bilen ayaklarım, beni yoluna alışmış bir ada eşeği gibi yazıhaneme getirir. (Ada eşeği gibiyim)
Romanıma sabahlar hakim oldu
“Eskiden geceleri çalıştığım için şehrin karanlığını, gecesini bilirdim. Kimi zaman gece yazının başından kalkardım, Nişantaşı’nda, gece de açık olan sandviççilerden bir şeyler alırdım. Gece yarıları şehrin sokaklarına çıkan orospuları, arabaları, ne olduğu belirsiz, bağıra çağıra geçen çöp ve polis araçlarını, gece yarısı piyasaya çıkan köpek çetelerini tanırdım.
İstanbul’un gece sessizlikleri, neon lambalarının ancak gece fark edilen çıtırtısı, bir yerde bir kedinin devirdiği bir kutu, tek tük çöpleri karıştıran ve gündüzleri asla göremeyeceğiniz garibanlar… Bunlar romanlarımda çok yer almıştır. Sebebi benim de geceleri 4′lere kadar oturmam ve kimi zaman o saatte, yazıhanemden çıkıp eve dönmemdi. Fakat kızım doğunca İstanbul’un bu gece hayatı kapandı. Romanlarıma daha çok sabahlar hakim olmaya başladı; ‘tek tük geçen arabalar ve eski otobüsler, poğaçacıya eşlik eden salepçinin kaldırıma konup kalkan güğümleri ve dolmuş durağının değnekçisinin düdüğü’ vs.”
Yazıhaneme girer girmez…
“Yaptığım ilk iş kahvenin başına koşmaktır. Sabahları fazla gazete okumam. Şöyle bir bakarım o kadar… Öyle gerinip yatakta vakit geçirmekten hiç hoşlanmam. Baskına uğramış asker gibi, kedi gibi kalkarım ve 8 dakikada kahvaltı sofrasında olmayı tercih ederim. 16 dakikada da evden çıkarım. Gazete okumam. Çünkü bu tempomu böler. Ülkesinin dertleriyle ilgilenen roman yazarının maneviyatını, moralini bozar gazete… Güne kötü başlamasına neden olur.”
Yüzlerce kuralın olmalı
“Terbiye edilmiş bir makine gibi yazının başına geçerim. Bazı törencikler, bazı kurallar, ezberlenmiş alışkanlıklar beni disipline eder. Okurlarım hep ‘Nasıl iyi yazılır?’ diye sorarlar. Benim buna cevabım şudur:
Yazarlık çok disiplinli bir iştir. Yüzlerce kuralınız olacak. Bunlar sizi çalışmaya itecek. Geleceksin. Kahveni yapacaksın. Ve küçük törencikler başlayacak.
Neler onlar? Masa üzerinde kahven, küçük kağıtların, yapılması gereken işlerin olur. Telefonu kaparsın, kendi kendine volta atarsın. Masanda oturursun. Seni çalışmaya zorlayacak şeyleri yaptıkça mutlu olursun. Onların mutluluk olduğuna inanırsın. Bu bağlamda disiplin ya da kurallar dışardan bakıldığında saçma gibi görünür ama aslında o törenlerden çok, o törenlere boyun eğmek önemlidir. Yazarlıkta da benim dışarıdan saçma gözükebilecek törenlerim, alışkanlıklarım aslında beni bütün gün, sayfaya boyun eğmeye, yazıya hürmete sevk eder.”
Kendimi döve döve yazar yaptım
“Bir anlamda kendimi kurallarla döve döve, kendimi ite ite, terbiye ede ede yazar yapmışımdır. Böyle yazar olunur.Yazarlığı gösterişli jestler, büyük dramatik hayatlar sanıyorsanız, bundan bir an önce caymanız lazım. Küçük bir odada, kendi kendinize, küçük alışkanlıklarınızla iğne ile kuyu kazarak ve aslında bütün gün bir sayfaya bakarak ve bunu yapmayı severek, hayal gücünüzü işleterek yaşamayı göze alabiliyorsanız, yazarlık serüvenine girişebilirsiniz.”
Takılınca volta atmaya başlarım
“Yaptığım ilk iş, Hemingway’in öğüdüyle, önceki gün yazdıklarımı okumaktır. Bu beni hem romanımın havasına sokar hem de yazdıklarımı yeniden değerlendirme şansı verir. İyi mi, kötü mü olduğuna hemen karar veririm: Gaddar bir günümdeysem hemen cart curt yırtar atarım. Bu yüzden de telli dosyalara yazarım.
Elimi korkak alıştırmamışımdır. Yırtmak en büyük eleştiridir. Eleştirmenler bizim kitaplarımız çıktığı vakit, kenarından, köşesinden en fazla ‘kemirebilirler’ ama biz yazarlar, onlar bizi öldürmesin diye daha başta cart diye yırtarız. Yazarlığın temel sırlarından biri yırtıp atmak, biraz daha iyi bir sayfaysa silip değiştirmektir.”
Güzel cümleyi yarına sakla
“Bütün mesele odur işte… İlk cümleye başlayabilmek… O güne iyi başlamak, o günün ilk cümlesini bir an evvel yazabilmek… Yine üstadımız Hemingway’in çok güzel bir öğüdü vardır bu konuda:’Akşam gün biterken yazılacak iyi bir cümleniz varsa onu yazmayın. Onu ertesi sabaha bırakın ki, sabah hemen yazmaya başlayabilesiniz’ der. Buna uymuşumdur. Yani ‘Ahmet kapıyı açtı, elinde tabancası vardı. Korkuyordu’ cümlesi hazırsa onu yazmam, ertesi sabaha bırakırım. Sabah da, önceki gün yazdıklarımı okuyup hemen o cümleyi oraya oturturum.
Çok yazdım, kesin kötü oldu
Bu cümleyi yazdıktan sonra genellikle ikincisi, üçüncüsü gelir. Sanki cümleler size kendilerini sunarlar. Olaylar ‘Ben de olmak istiyorum, ben de olmak istiyorum’ diye bağırırlar; cümleler ‘Ben de gözükeyim’ diye yalvarırlar. O sahneleri, o karakterleri aslında aylarca, yıllarca düşünmüşsünüzdür ama onların cümleye geçmesi sanki var olmaları anlamı taşır.
Genellikle beş-altı cümle yazdıktan sonra takılırım. Çünkü o bana çok gelir. Çok yazdığıma göre mutlaka bir yerde gevşeklik yapmışımdır. Kötü bir şey yazmışımdır. ‘Dur şunu yeniden okuyayım’ derim. Okurum. Mutluluktan ve bu gerginlikten ayağa kalkar, yürümeye başlarım. Bütün gün yaptığım asıl iş budur işte.
Volta atarım. Ben hapiste yatmadım ama Türk edebiyatından ve filmlerden volta atmayı bilirim. Birçok Türk yazar hapislerden yetiştiği için volta atarak çalışmıştır. Benim günümün çoğu da sayfa üzerine bir şeyler yazmakla değil, volta atmakla, yani evin içinde disiplinli bir şekilde bir yerden bir yere hızlı hızlı gidip gelmekle geçer. Bir koridor voltam vardır, uzun. Bir de salon voltam vardır, daha kısa… Karıştıra karıştıra günü doldururum.
Volta atarken romanıma bundan sonra girecek isimleri düşünürüm, onların etrafında yürüdüğümü düşünürüm. Cümleyi içimde hissetmişimdir. Onu yazmak için büyük bir istek duyarım.”
Birden dökülüverirler
“Ruhum harekete geçemiyorsa, kendini çok engellenmiş ve kötü hisseder. Ezilir sanki. O zaman hiç olmazsa vücudum hareket etmek ister ve yürümeye başlarız. Yürürüm… Yürürüm… Cümlenin etrafında da döndüğümü, sağını solunu kurduğumu düşünürüm. En sonunda o cümle bana gelir ve onu yazarım. Yalnız o cümleyi değil; ağacı sallayınca bir armut yerine beş-altı armut dökülmesi gibi, beş-altı cümle birden dökülür. Onları toplarım. Memnunumdur, yorgunumdur. Tekrar volta…
Matematik problemi çözen bir lise öğrencisi gibi bir buzdolabını karıştırırım, bir yazı okurum. Kafam dinlenir. Sonra kafamın orduları tekrar toparlanmaya başlar. Tekrar bir ağaç sallanır. Tekrar volta… Zaman böyle geçer. Yazma sürem kısıtlıdır. Vaktimin çoğu onun etrafında orduları toplamak ve düşünmekle geçer.”
Baba, kitabın çıkmış, gördüm
“Artık ne yazık ki eskisi kadar heyecanlanmıyorum. Eskiden mesela ‘Cevdet Bey ve Oğulları’nı ilk defa vitrinde gördüğümde ne kapağını biliyordum ne de nasıl dizildiğini…
Şimdi ise itiraf edeyim, her şeye karışıyorum. Ukalalığımla kapağa da içeriğine de karışıyorum. O yüzden de kitabı elime aldığımda hiç şaşırmıyorum.
Bu sefer hayret eden kızım oldu. ‘Benim Adım Kırmızı’yı kızıma ithaf etmiş, kahramanına da onun adını vermiştim. Bir gün bir kitapçıda el yazısı ile ‘Orhan Pamuk’un yeni romanı çıktı’ yazısını görmüş. Telaşla bana telefon etti. ‘Baba kitabın çıkmış, gördüm’ dedi. Sevinerek zıplamaya başlamış. Artık yeni kitap heyecanımı kızıma devrettim.”
Mutlaka kahvem ve mide ilacım
“Benim Adım Kırmızı’yı bitirirken bir ara çok yoruldum. Öyle dönemlerde hatalarımız, küçük kusurlarımız bize dünyanın en büyük felaketleri olarak görünür. Bunlara tahammül edemeyeceğimi, rezil olacağımı ve herkesin ‘Gördün mü, neler saçmalamış’ diye bana bakacağını düşündüğüm bir dönemimdeydim. Romanın son düzeltmeleri üzerinde çok çalışmıştım. Kendime bir eğlence aradım. Onun ne olduğunu biliyordum.
Bir arkadaşla Steven Spielberg’in ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’ filmine gittim. Sinema ağzına kadar doluydu, ön sıraya oturdum. Neredeyse perde beni kuşattı. Dolby sinema sarsıldı, müzik bütün vücuduma sızıp dolaştı. Ben filmin içindeydim sanki, o savaşın, o korkunç dehşetin içindeydim. Ve dehşet de çok güzeldi. Kendimi unutmuştum. Filmi seyrederken o kadar mutlu oldum ki sonunda bu, bir mutsuzluğa dönüştü. Çünkü o anda sinemanın romandan daha üstün bir sanat olduğunu düşündüm. Çünkü sinema en yorgun, en yıkık anımızda bile bizi içine alabiliyor. Bizi teselli edebiliyor. Bize dünyayı unutturabiliyor.”
İlaç, sigara ve kahve
“Masamdaki mide ilaçları yazarlığımın küçük törenlerinden biridir. Yazarken ara sıra ağzıma bir tane mide ilacı atarım. Cümle istediğim gibi olmamışsa midemde asit salgılaması artar çünkü… Bir hap belki midemin işine yaramaz ama kafama yarar.
Yıllarca sigara içtim, gittikçe de çok içiyordum. Bir elimde sigara, bir elimde dolmakalem vardı. Ve bundan korkmaya başladım. Ölüme dört nala gittiğimi fark edip sigarayı irade ile bıraktım. Ama kahve içmeye devam ediyorum. O da bir küçük törenciktir. Masamdan kalkarım, kahveyi bastırırım. ‘Kara Kitap’ta da yazdığım gibi, sabırsız adamın anlamsızca buzdolabını karıştırması, sanki birisi yeni bir şey koymuş gibi, boş boş içine bakması, tekrar yürümesi, tekrar kahve makinesi, bütün bunlar yazarın vazgeçilmez alışkanlıkları, günlük törenleridir.”
Bütün dünya ‘Yaz artık’ diye bağırır
“Geçen yaz ıssız bir adadaydım ve günde 12 saat çalışıyordum. Çok da memnundum. Adaya çekildiğim zaman romanımdan başka bir şey düşünmem. Kimse beni aramaz. Beni görmez. Telefonları başkası açar. Dünyadan kopmuşumdur. Ama o zaman insan kafası, ruhu bir lokomotif şeklini alır; hızla yeni fikirler üreterek, fikirleri birbirine katlayarak, zincirleri birbirine birleştirerek durmaksızın düşünür. Yazacağım şeyler, ben olurum; kitap sanki bana dönüşür. Düşüncelerle birleşirim.
Sabah kalkar duşa girerim, her yerime su değil, romanın düşünceleri akar, denize girerim, sırt üstü yatar düşünürüm. Sanki deniz, romanımın bir parçası olmuştur. O zaman verimliliğim olağanüstü artar.
Gece 9.30′da yatıp, sabah 3.30′da kalkıyordum bir dönem… Sabah 10′a kadar yalnızca kahve içerek ve olağanüstü yazıyordum. Böyle sessiz bir ortamda sanki bütün dünya sana ‘Yaz artık. Yaz’ diye bağırır, ‘Görüyorsun. Bir zamanlar zor zannettiğin şey ne kadar kolay’ der. Doğa da hayat da basittir. Her şey yalandır, her şey senin yazmam içindir ve siz yazmaya devam edersiniz.”
Telefonun fişini çekerim
“Genellikle cevap vermem. Fişini çekerim. İsteyen bana faksla ulaşır. Bir zamanlar telesekreter kullanıyordum. Ama o da bana Gabriel Garcia Marquez’in ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ta bahsettiği oturağı hatırlatıyor. Orada çok kalabalık bir ailenin tek bir helası vardır. Herkes sabah helaya gitmek için kuyruk olur. Bunu da herkese oturak vermekle çözerler. ‘Ama oturak da sorunu çözmedi, sadece erteledi’ der Marquez; ‘Çünkü akşam bu kez de oturağı boşaltma kuyruğu oluyordu.’
Telesekreter de öyledir. Cevap makinesine not bırakanları geri ararsınız, çoğunlukla bir seferde bulamazsınız. ‘Kusura bakma seni arayamıyorum, benimle konuşmak istemişsin ama aslında konuşacak bir şey yok’ demek için peşinden koşarsınız. Bu, sorunu çözmez. Yalnızca erteler ve büyütür. Onun için telesekreter de kullanmıyorum.”
Kalemin boş kartuşlarını saklarım
“Kartuşlu dolma kalem kullanıyorum. Boş kartuşları da saklıyorum, tıpkı bir avcının boş kovanları saklaması gibi… Çünkü kartuşu boşaltmak, bana çok yazdığımı, yol aldığımı gösterir. Yazım, düzeltile düzeltile biraz arapsaçına döner. O haliyle yayınevine yollarım. Şimdi daha ‘ünlü’ bir yazar olduğum için yayınevindeki arkadaşlar sağolsunlar nazımı çekiyorlar. O el yazısı sayfaları İletişim Yayınları’nın Avrupa şampiyonu dizgicisi Hüsnü Abbas dizer. En okunmaz yazımı okur ve çok büyük süratle yazar. Bazen ben yazmasam bile onun romanı iyi yazdığını hayal ederim.”
Bir roman nasıl başlar?
“Bir roman bir düşünceyle başlar. Derim ki kendi kendime, ‘Resimle ilgili, nakkaşlarla ilgili bir roman yazayım’. Bu, genel düşüncedir. Ama bir de bunun tomurcuğu mu desem, bir sahnesi, bir anı, bir durumu, bir kahramanı, hayata bağlı bir yanı vardır. Bu ikisi birbirine denk düşmeyebilir. Ama ne zaman ki bu fikirle gelen bir kahramanı merdivenlerden inerken görürsünüz ya da bugün söylediğiniz bir cümle o zamana cuk oturur, ne zaman bir ayrıntıyı içinizde hissedersiniz, roman işte asıl orada başlar ve onu yazmaya koyulursunuz.
Romanın bir de bilgi edinme süreci vardır. Mesela ‘Benim Adım Kırmızı’ için ben ta 1990′da kütüphaneye girmişim. Defterimin ilk sayfasında şu not var:
’1 Haziran 1990… İran ve Türk minyatür sanatı üzerine bazı kitaplar istedim. Kitapları kütüphane memuru raflardan bulup getirmeye gitti.’
Masada beklerken kendi kendime bu notu almışım. O gün kitapları okumaya başladım ve roman tam dokuz yılda çıktı.”
Çalışırken eve müzik girmez
“Müzikle, aşk ve nefret ilişkim var. Müzik benim için bir teselli aracı… Diyelim ki hayatta yenilmişimdir, kederliyimdir, işler istediğim gibi gitmemiştir; o zaman müziği açarım. Müzik beni defterlerimden uzaklaştırır. Teselli eder. Son derece tutucu ve yararcı bir müzik anlayışım vardır. Bana ilham verip coşturmaz. Verse bile verdiği ilham, asla yazıya dönüşmez. Onun için müziği olduğunca hayatımdan uzak tutuyorum. Çünkü yazım için gereksindiğim şey, teselli değildir; biraz saldırgan, muzır, girişken bir ruh halidir; kimsenin girmeye cesaret edemediği bir toprağa girip orayı ele geçirme durumudur. Böylesine muzır, girişken, saldırgan, yırtıcı, haksızlık etmeyi göze alabilen, adil olmaktan çok, atak olan, başkalarının canını yakabilen bir ruhun, müziğe ihtiyacı yoktur. Bilakis benim yazdıklarımı okuyacak olanların müziğe ihtiyacı olabilir diye düşünürüm. Ben müzik dinlersem başkalarında bu isteği uyandıramam.”
Günde bir sayfa
“20 senedir yazıyorum. Yazdığım sayfa sayısını topladım, böldüm, çarptım. Hesabıma göre senede 300 güne yakın çalışıyorum ve 170-180 sayfa yazıyorum. Demek ki ben aslında günde 0,75 sayfa yazıyorum. Bir sayfa yazamıyorum ama bütün günüm burada geçiyor. Tabii bazen şöyle oluyor: 15 gün uğraşıp 10 sayfa yazıyorsunuz, sonra hepsini çöpe atıyorsunuz.”
Romanı bitirmek, liseyi bitirmek gibi
“O gün, lise bittiği gün ne olursa o olur. Birdenbire önünüzde dünyanın sınırsızlığı açılır; hem mekan hem zaman olarak… Yapılacak şeyler birikmiştir. ‘Bitirince yapacağım’ diye ertelediklerinizle bir baş dönmesi yaşarsınız. Hayat olağanüstü güzeldir. Herkes niçin gülümsemiyor diye şaşarsınız. Ama bu, üç gün sonra geçer ve bakarsınız ki o üç gün doğru düzgün bir şey yapmamışsınızdır. Çünkü kendinizi sıkmamışsınızdır. Hepsinden, bir ucundan yarım yamalak tatmışsınızdır.”

Kaynak: Milliyet / Can Dündar