Atalet, Fırsatlarımızı ve Hayallerimizi Gömdüğümüz Mezardır.

  Yapmamız gereken ileri ertelediğimizde, atalet içine düştüğümüzde hayallerimizi gömüyoruz demektir. Ya da Victor Clam'ın dediği gibi: "Atalet fırsatların katilidir.

   Hiç hoşumuza gitmese de, bazen ölümlü olduğumuzu hatırlamalıyız. Ancak bu şekilde, hayallerimizi gerçekleştirmek için harekete geçmemiz gereken zamanın tam da "bu an" olduğunu hissedebiliriz. Hayallerimizi gerçekleştirmek için yapmanız gerekenleri neden sürekli olarak gelip gelmeyeceği bile belirsiz bir zamana erteliyorsunuz. Sizi durduran ne ? sürekli hayatın kısa olduğunu vurgularken, neden zamanı ataletin bir hırsız gibi çalıp gitmesine izin veriyoruz

    Ataletin nedenlerinden biri hayata hatalı bir perspektifden bakmaktır. Örneğin "iş" kelimesini ele alalım. İş deyince çoğumuz negatif duygulara kapılırız. Hatta çoğumuzun işe "Tanrı tarafından verilen bir ödül" değil "Tanrının insanları cezalandırması" olarak gördüğüne eminim. İnsan doğası gereği "acı veren" şeylerden kaçar. Bu nedenle işten kaçmak insanın doğasında vardır diyebiliriz.

    İşten kaçmak taraftarlarındansanız Picasso'yu, Michelangelo'yu ya da Mozart'ı hayal edin. Sizce onlar sabah kalktıklarında "işe gidiyorum" mu diyorlardı ? onlar sanat yapıyorlardı ve mutlaka ki bundan iş olarak söz etmiyorlardı. Siz de kendinizi yaptığınız iş ne olursa olsun bir sanatçı olarak düşünün ve ürettiğiniz işe "eseriniz" gözüyle bakmaya çalışın.

   Bir arabayı yürütmek için nasıl benzin gerekliyse, başarı için de kararlılık ve azim gereklidir. Azminiz ve kararlı tutumunuz olmazsa, başarıya gidecek yolda arabanın motorunu bile çalıştıramazsınız.

   Azmin ve kararlılığın zıt kavramı ise atalettir. Azim asla vazgeçmemek demektir. Atalet ise asla başlayamamaktır. Başladığınız işleri bitirmemek de ataletin diğer bir örneğidir.

   Atalet içindeki kişilerin genellikle şöyle dediğini duyarsınız: "Ben mükemmeliyetçiyim. Ben bir işe başlamadan önce şartlar benim çalışmam için uygun olmalı. Dikkatimi dağıtacak hiçbir şey olmamalı, çok fazla ses olmamalı, telefonlar mümkünse çalmasın, telefon çalınca dikkatim dağılır. Elbette fiziksel olarak kendimi iyi hissetmeliyim, başım ağrıyorsa nasıl çalışabilirim ki ?" bu kişiler atalet içinde olduklarından bir işe asla başlayamayanlardır.

   Bir de başladıkları işi bitirmeyenler vardır, başladıkları işi hep yarım bırakırlar ama onların da mükemmeliyetçilik kılıfıyla örtülmüş bahaneleri daima hazırdır. Şöyle derler: "ben herşeyin tam ve mükemmel olmasını isterim. Hiçbir işden tatmin olmam. Bunun "i" harflerinin noktaları mükemmel bir benek şeklinde olmalı, bütün "t" harfleri birbirinin aynı olmalı. Yoksa o iş bitmiş sayılmaz. Ben kendimin en büyük eleştirmeniyim, ne yapayım ben böyleyim. Mükemmelliyetçi olduğum işler işler bitmiyor. Ama değişemem ki..."

   Burada neler olduğunu görebiliyor musunuz ? "Yanlış" bir davranış, "erdemli" bir davranışmış gibi gösteriliyor. Mükemmeliyetçi "kendi standartlarının içinde yaşadığı bu dünya için çok yüksek olduğunu" söylüyor. Hata-erdem sendromu adını verebileceğimiz bu davranış biçimi, aslında kişilerin zayıflıklarını örtmek için geliştirdikleri bir savunma kalkanıdır. Sahte bahaneler bulma çabasıdır. Elbette ki bu davranış şekli ataletin gerçek nedenlerini açıklamaz. Çünkü ataletin gerçek nedenleri çok daha derinlerde saklıdır
.
   Ataletin temelinde "başarısızlık korkusu" yatar. Korku sizi paralize etmiştir ve ilerlemekten alıkoymaktadır. Hiç başlayamamak ile başladığınız işi bitirememek arasındaki fark nedir ? aslında hiç fark yoktur. Her iki durumda da bir noktada takılıp kalırsınız. Her iki durumda da hiçbir yere varamazsınız. Yapmanız gereken görev ya da iş ne olursa olsun, karşısında yenik duruma düşmüşsünüzdür
.
  Bu davranışın gerçek nedeni ise sizin gelecekle ilgili oluşturduğunuz hatalı vizyonlarınızdır. Bu işi başaramadığınızda neler olacağını düşünmek, sizi o işi bitirmekten alıkoyan davranışı doğurur... yani ataleti. Belki başarısızlığınız karşısında insanların size güleceklerinden korkarsınız, belki alacağınız eleştirileri kaldıramayacağınızı düşünür ondan korkarsınız ya da korkunuzun nedeni, işi beklenen şekilde tamamlayamadığınızda, cezalandırılacağınız düşüncesi olabilir.

   Kısaca geleceğinizle ilgili oluşturduğunuz "negatif vizyonlar" sizi ilerlemekten alıkoyar, takılır kalırsınız. Bu pek çok kişinin zihninin kendi yarattığı bir araçtır.
Öyleyse bizi ilerlemekten alıkoyan ataleti yenmek için ne yapmalıyız ? şimdi size ataleti, azme dönüştürmenizi sağlayacak bir teknik göstereceğim. Ataleti ve pasifliği, üretkenliğe ve kararlılığa dönüştürmek için temel prensip şudur.

Parçalara Ayırma Prensibi

   Tamamlamaya çalıştığınız işin niteliği, bu prosesin işleyişini değiştirmez. Belki bir kitap yazmak istiyorsunuz, bir dağa tırmanmak istiyorsunuz, ya da evinizi badana yapacaksınız. Başarmak istediğiniz şey ne olursa olsun, başarının anahtarı, yapacağınız işi küçük parçalara ayırabilmenizdir. Her küçük parça işin, kolaylıkla tamamlayabileceğiniz, idare edebileceğiniz, bir bölümü olmalıdır. Tam şu anda işin ne kadarlık bölümünü bitirmeniz gerekiyorsa o kadarlık kısmına odaklanın. Daha ilerisinin düşünmeyi bırakın. Geleceği negatif bir şekilde gözünüzün önüne getirmekten vazgeçerek, tam da bulunduğunuz an için pozitif bakış açısı geliştirin. Bu teknik ataleti yenmedeki en önemli tekniklerin başında gelir. Şimdi bunu bir örnekle biraz daha açıklayalım:

   Diyelim ki sizden 400 sayfalık bir roman yazmanızı istedim. Eğer siz de çoğunluk gibiyseniz, bunun tamamlanması imkansız bir görev olduğunu düşünebilirsiniz. Ama şimdi size daha farklı bir soru sorduğumu farz edin; bu kez diyorum ki: "bir yıl boyunca her gün 1.5 sayfa yazı yazmanı istiyorum" Yapabileceğinizi düşünür müsünüz ? 400 sayfalık kitap yazma fikri imkansız gibi görünürken, bu yeni teklif size biraz daha kolay gelmedi mi ? En azından yapması imkansız gibi görünmüyor olsa gerek

  Burada yaptığımız "400 sayfalık kitap yazma işini parçalara ayırmak oldu. Peki iş kolaylaştı mı, belki evet... ama inanın bana, hala bazılarınızın gözünün korktuğunu görür gibi oluyorum. Neden mi ? çünkü burada "bir yıl" boyunca sürecek bir çalışmadan bahsettim, her gün 1.5 sayfa yazın dedim. 1.5 sayfa yazma kısmı kolay. Ama bunu 1 yıl boyunca yapmanız söylendiğinde bu pek çok kişinin gözünü korkutur. İnsanlardan bir yıl boyunca sürekli aynı şeyi sürdürmesini istediğinizde, kişiler ileriye bakma ve negatif bir ruh hali geliştirme eğilimine girerler. Öyleyse ne yapmalıyız. Haydi işi biraz daha parçalara ayıralım:

   Bu kez sizden, "bugün" 1.5 sayfa yazı yazmanızı istiyorum. Bunu isterken bir yıl, bir ay, bir hafta boyunca demiyorum. "Bugün 1.5 sayfa yazı yaz" diyorum, daha ötesine bakmanızı istemiyorum. Pek çok kişi bunu rahatlıkla kabul edecektir. Hatta 400 sayfalık bir kitap yazmanın kendileri için imkansız olduğunu düşünenler bile.

   Yarın olduğunda bu kişilerden yine aynı şeyi isteyeceğim, ve onlara şöyel diyeceğim "düne bakma, yarına da, asıl olan bu gündür ve bugün yapman gerek 1.5 sayfa yazı yazmaktır". Sizce yapabilirler mi?

  Buradaki teknikte yapılması gereken işin yanı sıra zamanı da parçalara ayırmış oluyoruz. Önemli bir işin için gereken zamanı bir günlük zaman dilimlerine bölüyoruz. Aynı anda yapılması gereken işin kendisini de parçalara ayırmış bulunuyorsunuz. İnanın bana bu tekniği bir yıl boyunca uygularsanız, sonunda hepinizin 400 sayfalık bir kitabı olacaktır !

  Eğer gözünüzü korkutan bir işle karşılaştığınızda, içinde bulunduğunuz günü esas alır, geriye ve ileriye bakmadan günlük görevlerinizi yerine getirirseniz başaramayacağınız iş yoktur.

  Unutmayın en uzun maraton koşusu bile "tek bir adım ile başlar". Kalkın ve ilk adımızını hemen şimdi atın.

Chuck Gallozzi, "Procrastination is the grave in which oppurtunity is buried" ve
Jim Rohn, "Ending procrastination" adlı makalelerinden çeviren ve derleyen Nüvide G. Tulgar

Apple şirketinin kurucusu kişisel bilgisayarların mucidi Steave Jobs un konuşması

Bugün kullandığımız bilgisayarların temelini atan, Apple Macintoch, iPod, iTunes, iCon gibi şeyleri icad eden, ve şimdi milyar dolar gelir elde eden adam, Stanford Üniversitesi mezuniyet töreninde konuşuyor.12 Haziran 2005. Stanford Stadyumu; 4.662 mezun, 23.000 izleyici.
“Bugün dünyanın en iyi üniversitelerinden birinin diploma töreninde sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum. Ben üniversiteden hiç mezun olmadım. Doğruyu söylemek gerekirse, mezuniyete en yaklaştığım an da bu an!
Sizlere hayatımla ilgili üç hikaye anlatacağım. Hepsi bu. Büyütülecek birşey değil. Sadece üç hikaye.
İlki noktaları birleştirmekle ilgili.
İlk 6 aydan sonra Reed Üniversitesinde derslere girmeyi bıraktım, ancak gerçek anlamda okulu bırakana kadar bir 18 ay kadar daha okulda kaldım. Okulu neden bıraktım?
Olay ben doğmadan başlamıştı. Biyolojik annem genç, evlenmemiş bir üniversite mezunuydu ve beni evlatlık vermeye karar vermişti. Beni üniversite mezunu bir çiftin evlatlık almasını çok istiyordu, sonunda da bir avukat ve karısı tarafından alınmam için herşey hazırdı. Tek sorun, ben ortaya çıktıktan sonra, beni evlat edinecek çiftin esasında bir kız çocuğu istediklerini anlamış olmalarıydı. Bir gece yarısı, bekleme listesinde olan müstakbel aileme bir telefon geldi: “Elimizde beklenmedik bir erkek bebek var, onu istiyor musunuz?”. Onlar da “tabii ki” diye yanıtladılar. Biyolojik annem, annemin üniversiteyi, babamın ise liseyi bile bitirmemiş olduğunu öğrendiğinde evlatlık verme işlemini tamamlayacak son kağıtları imzalamayı reddetti. Ancak birkaç ay sonra, ailemin beni üniversiteye yollayacaklarına dair söz verdikten sonra ikna oldu.
Ve 17 sene sonra üniversiteye başladım ama saf bir şekilde neredeyse Stanford kadar pahalı bir okul seçtim, ve emekçi ailemin bütün birikimleri benim okul parama gidiyordu. Altı ay sonra, buna değmeyeceğini farkettim. Hayatımla ilgili ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu ve üniversitenin de bunu bulmam için bana nasıl fayda sağlayacağını çözememiştim. Ve orada durmuş ailemin hayat boyu biriktirdiği parayı harcıyordum.. Sonuçta okulu bırakmaya ve herşeyin yoluna gireceğine inanmaya karar verdim. O zaman çok korkutucu gelmişti ama geriye dönüp baktığımda hayatımda verdiğim en iyi kararlardan biri olduğunu görüyorum. Okulu bıraktığım an, zorunlu fakat gereksiz olan ve ilgimi çekmeyen tüm dersleri almama gerek kalmamıştı. Böylece sadece bana ilginç gözüken derslere girebilecektim.
Bu aslında hiç de romantik bir durum değildi. Yurt odam olmadığından arkadaşlarımın odalarında yerde yatıyor, kola şişelerinin 5 sentlik depozitolarıyla yemek alıyor, her pazar akşamı güzel bir yemek yemek için 7 mil uzaktaki Hare Krishna kilisesine gidiyordum. Çok güzeldi. Merakım ve sezgilerim sayesinde içine düştüğüm çoğu şey daha sonra benim için paha biçilmez deneyimlere dönüştü.
Bir örnek vereyim: O zamanlar Reed Üniversitesi muhtemelen ülkedeki en iyi kaligrafi dersini veriyordu. Kampüsteki her poster, çekmecelerdeki her etiket, çok güzel şekilde elle kaligre edilmişti. Okulu bırakmış olduğum ve zorunlu dersleri almak zorunda olmadığım için kaligrafi dersi alıp nasıl yapıldığını öğrenmeye karar verdim. Serif ve san serif yazı karakterleri, değişik harf kombinasyonları arasındaki boşluğu ayarlama ve harika bir tipografiyi harika yapanın ne olduğu hakkında çok şey öğrendim. Çok güzeldi; tarihsel ve sanatsal olarak o kadar inceydi ki bilim hiçbir şekilde bunu yakalayamazdı ve ben bunu muhteşem buldum. Bunların hayatımda pratik bir uygulama bulma olasılığı yoktu. Ama on sene sonra, ilk Macintosh’u tasarlarken, bir anda aklıma geliverdi. Bunların hepsini Mac’te kullandık. Mac güzel bir tipografiye sahip ilk bilgisayardı.
Eğer o derse hiç girmemiş olsaydım, Mac hiç çok yönlü yazı karakterlerine veya boşlukları doğru orantıda kullanan fontlara sahip olmayacaktı. Windows da Mac’ten kopyaladığına göre, hiçbir kişisel bilgisayarın bunlara sahip olmayacağı muhtemeldir. Okulu bırakmamış olsaydım, o kaligrafi dersine girmemiş olacaktım, ve kişisel bilgisayarlar şu an sahip oldukları o harika tipografiye sahip olamayabileceklerdi. Tabii ki üniversitedeyken noktaları ileriye bakarak birleştirmek imkansızdı. Fakat on sene sonra geriye dönüp baktığımda herşey çok ama çok berraktı.
Tekrar söylüyorum, noktaları ileriye bakarak birleştiremezsiniz; onları sadece geriye baktığınızda birleştirebilirsiniz. Noktaların gelecekte bir şekilde birleşeceğine inanmanız gerekiyor. Bir şeye güvenmelisiniz – tanrıya, cesaretinize, kaderinize, hayata, karmaya, herhangi bir şeye. Bu yaklaşım beni hiçbir zaman yolda bırakmadığı gibi hayatımı da bütünüyle değiştirdi.
İkinci hikayem sevgiyle ve kaybetmekle ilgili.
Hayatımın erken bir döneminde neyi sevdiğimi bulduğum için şanslıydım. Woz (Steve Wozniak) ve ben Apple‘ı 20 yaşındayken ailemin garajında kurduk. Çok yoğun çalıştık, ve 10 sene sonra Apple garajdaki iki kişiden, 4000 çalışanı olan 2 milyar dolarlık bir şirkete dönüşmüştü. En nadide ürünümüz Macintosh’u piyasaya sürdüğümüzde ben 30 yaşına yeni basmıştım.
Ardından kovuldum.
Kendi kurduğunuz bir şirketten nasıl kovulabilirsiniz? Şöyle: Apple büyük bir şirket haline geldiği için biz de şirketi benimle birlikte yönetebilicek, yetenekli olduğuna inandığım birini işe aldık ve ilk sene işler iyi gitti. Fakat daha sonra, geleceğe yönelik görüşlerimiz farklılık göstermeye başladı ve bir noktada koptu. Bu noktada yönetim kurulumuz onun tarafında yer aldı. Sonuçta 30 yaşında dışarıda kalmıştım. Hem de herkesin gözü önünde. Hayatımın odak noktası olan şey bir anda yokolmuştu, bu büyük bir yıkımdı.
Birkaç ay ne yapacağımı bilemedim. Bir önceki girişimci nesli yüz üstü bırakmış, rütbe tam bana teslim edilirken onu elimden düşürmüş gibi hissetmiştim. Dave Packard ve Bob Noyce’dan bu başarısızlığım için özür diledim. Fazla göz önünde olan bir başarısızlık sembolü olmuştum ve vadiden kaçmayı bile düşündüm. Fakat içimde bir şeyler uyanmaya başladı, yaptığım işi hala sevdiğimi farkettim. Apple’da olanlar bunu en ufak şekilde değiştirememişti. Dışlanmıştım ama hala aşıktım. Ve yeniden başlamaya karar verdim.
O zaman farkına varmamıştım ama Apple’dan kovulmak başıma gelebilecek en iyi şey olmuştu. Başarılı olmanın ağırlığı yeniden başlamanın hafifliğiyle yer değiştirmişti, hiçbir şey hakkında eskisi kadar emin değildim. Hayatımın en yaratıcı dönemine girmek üzere özgürleşmiştim.
Sonraki beş sene NeXT adında bir şirket kurdum, Pixar adında başka bir şirket, ve eşim olacak inanılmaz kadına aşık olmuştum. Pixar’da dünyanın ilk bilgisayar animasyon filmi Toy Story‘yi yarattık ve şu an dünyanın en başarılı animasyon stüdyosuyuz. İnanılmaz olaylar zincirinden sonra, Apple NeXT’i satın aldı, ben Apple’a döndüm ve Apple’ın yenilenmesinin kalbinde NeXT’te geliştirdiğimiz teknoloji yatıyor. Ve Laurence ile harika bir aile kurduk.
Apple’dan kovulmamış olsaydım bunların hiçbirinin olmayacağından son derece eminim. Tadı çok kötü bir ilaçtı, ama sanırım hastanın da buna ihtiyacı vardı.
Bazen hayat kafanıza bir tuğlayla vurur. Sakın inancınızı kaybetmeyin.
Devam etmeme sebep olan şeyin yaptığım işe olan aşkım olduğuna ikna olmuş durumdayım. Neyi sevdiğinizi bulmanız gerek. Ve bu aşklarınız için geçerli olduğu gibi işiniz için de geçerlidir. İşiniz hayatınızın büyük bir kısmını kaplayacak ve gerçek anlamda tatmin olmanın tek yolu harika bir iş olduğuna inandığınız şeyi yapmanızdır. Ve harika bir iş yapmanın tek yolu ise yaptığınızı sevmenizden geçer. Henüz bulamadıysanız, aramaya devam edin.
Durulmayın. Tüm gönül meseleleri gibi, onu bulduğunuz zaman anlayacaksınız. Ve her büyük ilişki gibi, seneler geçtikçe daha da güzelleşecek. Yani bulana kadar devam edin. Yılmayın.
Üçüncü hikayem ölüm hakkında.
On yedi yaşındayken, şöyle bir şey okumuştum:
“Her gününü, hayatının son günüymüş gibi yaşarsan, günün birinde haklı çıkarsın.”
Bu cümle beni çok etkilemişti ve o günden bu yana, yani 33 yıldır, her sabah aynaya bakıp, kendi kendime hep şunu sordum: “Eğer bugün hayatının son günü olsaydı, bugün (normalde) yapacağın şeyleri yapmak ister miydim?” Uzun süre art arda, “Hayır,” yanıtını verdiğimde, bir şeyleri değiştirmem gerektiğini anladım.
İnsanın kısa süre içinde öleceğini bilmesi, yaşantısına damga vuracak kararlar vermesi açısından büyük önem taşır. Çünkü her şey, tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları – tüm bunlar ölüm karşısında değerlerini yitirir, yalnızca ölümdür önemli olan.
Kaybedecek bir şeyler olduğu (tuzak) düşünceyi yok etmenin en iyi yolu insanın öleceğini hatırlamasıdır. Zaten çıplak ve savunmasızsın. Yüreğinin sesini dinlememen için hiçbir neden yok.
Bir yıl kadan önce bana kanser teşhisi kondu. Sabah 7:30?da girdiğim ultrasonda pankreastaki tümör bariz bir şekilde görünüyordu. Bense pankreasın ne olduğunu bile bilmiyordum. Doktorlar bu tip bir kanserin tedavisinin neredeyse imkansız olduğunu ve üç ila altı aydan fazla yaşamayı beklemememi söylediler. Bu, çocuklarınıza ilerideki 10 yıl içinde söyleyeceklerinizi birkaç ay içinde söylemeye çalışmak demekti. Bu, aileniz rahatı için gerekli herşeyin kısa zamanda yapılması demekti. Bu veda etmek demekti.
Bütün gün o teşhisle yaşadım. Akşama doğru biyopsi yapıldı, boğazımdan bir endoskop soktular, mide ve bağırsaklarımdan geçerek bir iğneyle pankreasımdaki tümörden birkaç hücre aldılar. Ben narkozla uyutulmuştum, fakat eşimin söylediğine göre doktorlar alınan hücreleri mikroskobun altına koyduklarında sevinç çığlıkları attığını söyledi. Benim kanserim ameliyatla tedavi edilebilecek bir türdenmiş. Ameliyat oldum ve şimdi iyileştim.
Beni ölüme en çok yaklaştıran olay budur ve umarım uzun yıllar boyunca bir daha bu denli yaklaşmam. Bu deneyimi yaşamış biri olarak diyebilirim ki ölüm faydalı fakat sadece entelektüel bir kavramdır.
Hiç kimse ölmek istemez. Cennete gitmek isteyenler bile, oraya gitmek uğruna ölümü göze almak istemezler. Oysa ölüm hepimizin ortak sonu. Şimdiye dek hiç kimse ölümden kaçamamıştır. Bunun böyle de olması gerekir, çünkü ölüm hayatın en güzel icatlarından birisi. Hayat’ın değişim ajanı. Yenilere yer açmak için, eskilerden kurtulmanın tek çaresi. Şu an için yeni sizsiniz, ama günün birinde, üstelik pek yakında siz de eskiyecek ve aradan çıkarılacaksınız. Bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu.
Zamanınız kısıtlı, bu yüzden başkalarının hayatını yaşayarak onu harcamayın. Başkalarının düşüncelerinin sonuçlarıyla yaşama dogmasına takılıp kalmayın. Başka insanların fikirlerinin gürültüsünün kendi kalbinizin sesini duymanızı engellemesine izin vermeyin. Ve en önemlisi kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete sahip olun. Kalbiniz ve sezgileriniz ne yapmak istediğinizi bilirler. Bunun dışındaki herşey ikinci planda.
Gençliğimde, bizim neslin kutsal dergilerinden biri sayılan, The Whole Earth Catalog adında inanılmaz bir yayın vardı. Menlo Park yakınlarında yaşayan Steward Brand adında biri tarafından şiirsel bir tarzla kaleme alınmıştı. Size anlattığım bu olay, 1960′lardan kalma, masa üstü bilgisayarlardan ve bilgisayar destekli yayınlardan önce, yani bu dergi daktilolar, makaslar ve polaroid kameraların yardımıyla yapılmıştı. Google ortaya çıkmadan 35 yıl önce, dergi formatında bir Google gibiydi: idealistti, anlaşılır bilgiler ve harika görüşlerle doluydu.
Stewart ve ekibi bunun birçok baskısını yayımladılar ve dergi miyadını doldurduğunda son bir baskı yaptılar. 1970′lerin ortalarıydı, o zamanlar sizin yaşlarınızdaydım. Son baskının arka kapağında, sabahın erken saatlerinde çekilmiş bir yol fotoğrafı vardı, hani her maceracının kendini otostop çekerken bulabileceği yollardan biri.
Fotoğrafın altında şu sözler yer alıyordu: “Aç Kalın, Budala Kalın (Stay Hungry. Stay Foolish).” Aramızdan ayrılırken bize verdikleri veda mesajları buydu. Aç Kalın, Budala Kalın. Kendim için hep bunu diledim. Ve şimdi, sizin için de aynı dilekte bulunuyorum:
Aç Kalın, Budala Kalın.
Hepinize çok teşekkür ederim.”
Steve Jobs

Sevgi Emek İster

Arkadaşlık Dostluk Emek İster,Bir varmış bir yokmuş...
İnsanoğlu bir gün arkadaşlık ve dostluk kavramıyla tanışmış, insanoğlu arkadaş ve dost kavramının ne işe yaradığını, insan hayatında gerek olup olmadığını henüz bunun ne anlama geldiğini bilmediklerini fark etmişler.
İnsanoğlu kendini geliştirmek için, daima bazı olguları hayatlarına, yaşamlarına dâhil edip gelişme isteklerini uygulamaya başlamışlar, önce arkadaş nedir?
Düşünmeye başlamışlar.
Kendi aralarında yaşadıklarını incelemeye başlamışlar kimi insanlar bir başka insanla çok zaman geçiyor, onunla konuştuklarını başka insanoğluna anlatmıyor, ne zaman birinin sıkıntısı olsa diğeri onun yardımına koşuyorlarmış...
Bu görüntüyü diğer insanoğlu pek anlayamamış neden böyle yapıyor bunu kavramakta çok zorluk çekiyorlarmış.
Kavramakta zorluk çeken insanoğlu paylaşımı yardımlaşmayı bilmeden sadece gün geçirmek menfaatlerini karşılamak için bir araya gelen insanoğulları hiçbir zaman uzun süren birliktelik yaşılamadıkları için sık sık yalnızlıktan şikâyet eder olmuşlar.
Düşünmeye tekrar başlamışlar nerde yanlış yaptık diye...
O çok iyi anlaşan arkadaşlar, arkadaşlıklarını ilerletme çabasıyla birçok şey paylaşırken, gün gelmiş arkadaş anlamından farklı başka bir kavramı hissetmişler ve merak etmişler bu kadar paylaştıklarından sonra bu yeni kavrama ihtiyaç varmıydı acaba? Düşünmeye başladılar.
Arkadaş olarak paylaşıma, yeni duygular eklenmeye başlanmış, öyle yoğun duygu oluşmuş artık hayatlarının içinde yer almaya başlamışlar...
Daima birbirlerini arar sorar bir halde ve tüm ailenin fertleriyle bile ilgilenmeye başlamışlar karşılıklı, görmedikleri zaman endişe ve korkuya kapılıp bir an evvel arkadaşına nasıl ulaşacağının telaşını tanımaya başlamışlar...
İnsanların hayatlarının içine yeni bir kavram daha girmiş bunun adına da DOST demişler...
İnsanoğlu zamanla çok geliştirmiş kendini arkadaşlık, dostluk kavramlarına ne kadar katkı yaptıklarını, ne kadar geliştirdiklerini bu güne bakıp bir daha üzerinde düşünülmelimi?
Evet,hepimizin aradığı huzur!
Etrafına huzur saçan, gözlerinin içi gülen insanlar, olsun istiyoruz yanı başımızda, hani şu eskilerin tabiriyle, öyle arkadaşlar dostlar arıyoruz ki, ömrümüze ömür katsın!
Onları yalnız bu dünyada değil, öbür dünyada da isteyelim, yani ahretliğimiz olsun…
Bir gün bunalırsan, sıkıntını paylaşmak istersen
BENİ ARA,İki elim kanda olsa gelirim, sıkıntılarını yok ederim
Bir gün ağlayacak gibi olursan da ,BENİ ARA,Seni belki güldüremem ama Söz veriyorum,Seninle birlikte ağlayabilirim, Bir gün uzaklara kaçmak istersen
Beni aramakta çekinme, seni belki durduramam ama
Senle birlikte koşabilirim…Bir gün yüksek bir köprüden, atlamaya kalkarsan da
ARA BENİ,Seninle birlikte atlayamam AMA,Aşağıda bekler, seni tutabilirim bir gün her hangi bir konuda,Kararsız kalırsan,ARA BENİ
Seni Senden fazla düşünür, sana fikirler verebilirim…
Bir gün kimseyi dinlememeye, karar verirsen de,ARA BENİ,Ağzımı açmayacağımı, söyleyemediklerini bile Dinleyeceğim bil…Bir gün Beni üzdüğünü düşünürsen de çekinme yine,ARA BENİ,Göreceksin…
Sana kıyamam kızamam üzmem seni
Bir gün beni ararsan ve benden, karşılık alamazsan
SÖZ VER,O zaman sen ulaşmalısın bana, Çünkü
O zaman bir MELEĞE gereksinim duyduğumu bilmelisin
Seni Seviyorum DOSTUM…
Dostlukları bu güzel dizelerdeki gibi yaşamayı kaç kişi başarabiliyor acaba?
İnsanlar dostluktan ne anlıyor acaba? Bunu bir anlamak lazım ben insanların çoğunun bu dostluk kavramını çok iyi anladıklarını sanmıyorum. Her kes arkadaş olabilir ama DOST olmayı başarmak çok EMEK ister. Sevgi emek ister. Dostluk emek ister...Kalite sadece kıyafet alımında kullanılan bir kelime değildir. Dostluk da kaliteli yaşanırsa uzun ömürlü olur, ama günümüzde her şeyi çabuk tükettiğimiz gibi insan ilişkilerini de hem kalitesiz ve çabuk tüketen bir toplum olarak bunun sıkıntısını çok yaşar olduk, insanlar bir birine güvenemez oldu. Ben arkadaşlık ve dostluk adına çok şanslı buluyorum kendimi ve çok zenginim DOSTLUK adına.
Çok dostum yok ama var olanlarla çok zenginim ben dostlarını yüreğindeki en güzel çiçek bahçesinde taşıyan biriyim. Bu çiçek bahçesinde yanlışlık yapan dost olursa onlar bile kırılmaz, onlar bir zamanlar dost gibi göründükleri için değil insan oldukları için özen gösterilir ben de. Diyorum ya ben dostlarım sayesinde dünyanın en zengin insanıyım. her kes benim dostum olmaz dostum olanda bensiz yaşayamaz çünkü ben her derdi ve zor Gürünlerinde yanlarındayım. İyi günlerinde yanlarında olmak tabii ki mutluluk verici ama zor günlerinde onların acılarıyla yaşamak işte DOST luğun anlamı bu...

Kişiler başarısız olmaz; olaylar başarısız olur. Kişiler öğrenirler

 
“Kişiler başarısız olmaz; olaylar başarısız olur. Kişiler öğrenirler” Donald Winkler Zorluklarla Başa Çıkabilen Lider Winkler, organizasyonel dilin bükülmesi gerektiğini söylüyor. Var olduğu ortamlarda “fakat” kelimesinin kullanılmasına izin vermiyor; daha yapıcı ve kapsamlı olan “ama”yı bağlaç olarak kabul ediyor. “Kişiler başarısız olmaz; olaylar başarısız olur. Kişiler öğrenirler” diyor.
Winkler, kullandığı dil olan, “zorluklarla başa çıkabilen lider”in dili, kendi oluşturduğu ve anlattığı organizasyonel değişim için bir strateji konumunda. Bu dili yıllar önce, mühendisken, sürekli gelişim ve farklı organizasyonlar için bir düşünce metodu olarak oluşturmuş. Winkler işe, her şeyi yazarak başlarmış. Dikkatli alınan notlar düşüncelerinin hayalinde canlandırmasına yardımcı olmuş. Amacı üzerine çok fazla düşündükten sonra amaçlarını gerçekleştirebilmek için kendi kişisel misyonunu nasıl sürdüreceğini de düşünmüş. “Eğer bir şey benim için işe yarıyorsa, iş içinde işe yaramalıdır” diyen Winkler sözlerine şu şekilde devam ediyor: “Organizasyon bir amaç üretmeli, hep beraber amaçları ve stratejilerin taslağını çıkarmalıdır. Zorluklarla başa çıkabilecek liderlik: ” Başka türlü gerçekleşmeyecek ya da başka türlü başarının gerçekleştiği bu yola sapamayacak bir şeyi yaratmaktır.” Yine, liderlik, kendileri emekleriyle bir yerlere gelmeyenleri o yerlerden almaktır.” Organizasyonda Liderlik Süreci Bu liderlik sürecinin, stratejik vizyon, amaç ve değerlerin yeniden değerlendirilmesiyle başladığını söyleyen Winkler: “İnsanları bir odada bir araya koyun. Kendilerine ve birbirlerine şu soruları sormalarını sağlayın: ” Biz neden buradayız? Amaçlarımız anlaşıldığında neye benzeyecek? Başarılı bir son hayal ettiğimizde ne göreceğiz?” Vizyonu gerçekleştirmek durumundayız ve bunu organizasyonda diğerleriyle paylaşmalıyız” diyen Winkler´in ilk uygulamasının amacı kişilerin yeni yollarla düşünmelerini sağlamak, yeni fikirlerini ortaya koymak ve bazı yenilikçi yaklaşımlar için anlara ilham vermekmiş.
Winkler´in iddiasına göre herhangi bir işte “var olan görüş” ve “daha iyi görüş” olmak üzere 2 görüş vardır. Var olan görüş statik yolu yansıtır ve sıkça seçilen bir yoldur. Daha iyi olan görüş ise sonsuz olasılıkların dünyasında en sık kullanılan yöntemdir. Hata Korkusu Çalışanların katılımcı olduğu “zorluklarla başa çıkabilen liderlik” seminerlerinde Winkler şu şekilde konuşuyor: ” Paradigma, düşünmeyi sınırlayan ve büyümeyi engelleyen bir kutudur. Bizim, bu kutunun içinde kalmamızın pek çok nedeni vardır. Fakat bir numaralı neden hata korkusudur. Bu kutudan kurtulmak için soru sormamız gereklidir. Büyümeyi engelleyen stratejik konular nelerdir? Onları belirlemeye nasıl başlarsınız? Hangi projeleri harekete geçireceksiniz?” Bu sorulardan bazıları. Kutudan kurtulduktan sonra ne geliyor? Vizyonu stratejiye dönüştürmek. “Bu yapabilecek en zor iştir” diyor Winkler. Zordur diyor çünkü uygulama, insanları, önemli olanın hangisi olduğuna karar vermeleri için, vizyonu pratikle hizaya getirmeye zorluyor.
Winkler konferanslarında işe, salondaki herkese birey olarak stratejik konulardan hangilerinin önemli olduğuna karar vermelerini isteyerek başlıyor. Bu durumun, birçok yönetici için zor olduğunu, ancak bir defa karar verildikten sonra sıranın tartışmaya ve görüşmelere geldiğini söylüyor. “İş yerinizdeki değerler değiştiğinde, zorluklarla gerçekten başa çıktığınızı bilmelisiniz” diyen Winkler sözlerine şu şekilde devam ediyor: “Bu değişiklikleri bir gecede göremeyeceğiniz kesindir. Bazı rakamların pozitif olduğunu görebilirsiniz. Fakat gerçekten bir şeyler gerçekleştirdiğinizi görmek istiyorsanız iş yerinizin kültürünü üç ya da beş yıl gözlemlemelisiniz.”
Sevgiyle kalın
Alıntı: Funda TAŞDEMİR Kaynakça : Los Angeles Times Syndicate Int. / Dünya Globus Yayın Grubu -2001 Ekonomi-

Bir Şeyi Tekrarlıyorsak Bir Bildiğimiz Var da O Yüzden…

 
Kişisel gelişimle biraz ilgiliyseniz, “Hedeflerinizi belirleyin. Bunları yazn. vs… gibi sözleri sıkça duymuşsunuzdur.
Peki ! Uyguladınız mı? Lütfen, yanıt vermeyin… Genel çoğunluk gibiyseniz, yanıtı hepimiz biliyoruz, öyle değil mi? :) )
Hatta belki de diyorsunuz ki: ” Kaç kez daha aynı şeyleri söyleyip duracaksın?”
Bir gün kasabanın çok sevilen imamı, her zamanki gibi bir vaaz vermiş. Ancak bu seferki vaazı biraz farklıymış. O kadar güzel bir konuyu o kadar içten anlatmış ki, herkes büyük alkışlardan sonra gelip, kendisini tebrik etmiş.
Bir süre sonra, yine bir vaaz günü, imam aynı vaazı tekrarlamış. Bu sefer, tebrike gelenlerin sayısı biraz azalmış. Bir süre sonra, yine aynı vaaz, yine aynı vaaz derken, tebrik edenler kalmadığı gibi, homurdanmalar da yükselmeye başlamış. İmam, sevilen bir imam olmaya bir imammış ama, sonunda dinleyicilerden biri dayanamamış ve atılmış:
  • “Hocam sanki bu vaazı daha önce de vermiştin.”
  • “Bunu fark ettiğinize sevindim.”
  • “Hocam, yeter ya! Kaç defa daha aynı vaazı duyacağız? Şu vaazı ne zaman değiştireceksin?”
Hocanın yanıtı gayet net olmuş:
  • “Dediklerimi yapmaya başladığınız zaman…”
Bilmiyorum mesajı aldınız mı? Bir şeyi tekrarlıyorsak, bir bildiğimiz var da o yüzden… :) )
(Ali Dinler ‘ in Hayalleri Olan İnsan Durdurulamaz Kitabında alınmıştır)

Mutluluğun olmak için atılacak 3 adım

Mutlu olmak istiyorsan 
Şu üç şeyi yap:

Birincisi: kendini olabildiğince mutlu olarak hayal et. Bir kaç hafta içinde nedensiz yere çok mutlu olmaya başladığını göreceksin. Bu uykudaki kapasitenin kanıtı olacak. Demek ki sabah ilk iş olarak kendini müthiş derecede mutlu olarak hayal etmelisin. Yataktan çok mutlu bir ruh halinde çık- ışık saçar, için içine sığmaz bir halde, sanki o gün kusursuz, inanılmaz derecede değerli bir şey olacakmış gibi bir beklenti içinde ol. Son derece olumlu ve umutlu bir ruh halinde, o gün sıradan bir gün olmayacakmış, sıradışı, olağanüstü bir şeyler seni bekliyormuş, çok yakınındaymış hissiyle çık yataktan. Gün boyunca bu hissi tekrar, tekrar hatırlamaya çalış. Yedi gün içinde göreceksin ki tüm davranış biçimin, tüm alışkanlıkların, tüm titreşimin bambaşka bir hale gelmiş.

İkincisi: gece yatarken kendini Tanrı'nın ellerine bıraktığını hayal et sadece...varoluş sana arka çıkıyormuş, sanki onun kucağında uykuya dalıyormuşsun gibi hisset. Sadece bunu hayal et ve uykuya dal. Bu hayali sürdürerek uykunun gelmesini bekle ki hayal gücü uykunun içine işlesin ve bu ikisi iç içe geçsin. İkincisi de bu.

Üçüncüsü: olumsuz hiçbir şey hayal etme çünkü hayal gücü kapasitesine sahip olan kişiler, olumsuz şeyler hayal ettiklerinde bunlar gerçek olmaya başlar. Hastalanacağını düşünürsen, hastalanırsın. Birinin gelip sana kabaca davranacağını düşünürsen öyle davranır. Bu durumu senin kendi hayal gücün yaratacaktır.

Önce sabah ve akşam canlandırmalarına başla ve gün boyunca olumsuz hiçbir şey hayal etmemeyi unutma. Öyle bir düşünce geldiğinde onu hemen olumlu bir şeye çevir. Ona hayır de. Ondan hemen vazgeç ve fırlatıp at onu.

Mevlude Kukuş

Pozitif Düşünce Gücüyle Mutlu yaşamın sırları

Doğduğumuzda tamamen iç dünyamızla iletişim halinde saf, temiz, açık bir zihinle dünyaya geliyoruz. Fakat büyüdükçe etrafımızdaki yetişkinlerden korkmayı ve sınırlarımız olduğunu öğreniyoruz. Ve bizler de birer yetişkin olduğumuz zaman farkında olmadan pek çok negatif düşünce geliştirmiş oluyoruz. Sonunda hayatlarımızı ve deneyimlerimizi bu yanlış düşüncelerin üzerine kurmaya meyilli oluyoruz.  
Bu kitabı okurken kendi fikirlerinizle örtüşmeyen pek çok düşünceye rastlayacaksınız. Bu düşünceler sizin inanç sisteminizle taban tabana zıt olabilir. Bu hiç sorun değil. Ben bu duruma “suyu kaynatmak” diyorum. Benim söylediklerimin hepsine katılmak zorunda değilsiniz. Ama lütfen inandığınız şeyleri ve bunlara neden inandığınızı sorgulayın. Çünkü ancak bu şekilde değişip olgunlaşabilirsiniz.

Kendi düşüncelerimi yeni fikirlerin ışığında sorguladıkça inandığım pek çok şeyin beni mutsuzluğa sürüklediğini fark ettim. Eski, negatif düşüncelerimden kurtuldukça hayatımın yavaş yavaş daha iyiye gittiğini gördüm.
Kitabı okumaya başladığınızda zaten bildiğiniz ve inandığınız şeylerle karşılaşacak olabilirsiniz ya da inançlarınızı sorgulamak zorunda kalabilirsiniz. Her koşulda bu, sizin kişisel gelişim sürecinizin bir parçası olacaktır. Güvende olduğunuzu ve her şeyin yolunda olduğunu asla unutmayın.
Sevgiyle Baktığımda Her Şeyi Açıkça Görebiliyorum
Suçlayıcı düşünceleri affedici düşüncelerle değiştiriyorum;
Üst Benliğim bana acısız bir yaşam sürmek konusunda rehberlik ediyor. Acıyı gördüğüm anda tıpkı içimdeki bilgeliğe uyanmam gerektiğini söyleyen bir çalar saat çalmışçasına uyanırım. Eğer acı hissediyorsam hemen zihinsel olarak kendimi telkin etmeye çalışırım. “Acı” kelimesini “his” kelimesiyle değiştiririm. Bedenim pek çok şey “hisseder”. Bu ufacık sözcük değişimiyle bilincim üzerine ve iyileşmeye odaklanırım. Böylece kolaylıkla iyileşebilirim. Eğer zihnimi biraz olsun aşağı çekebilirsem bedenim de aynı şekilde odak noktalarını başka yerlere dağıtacaktır. Bedenimi ve zihnimi seviyorum ve birbirlerine bu kadar bağlı oldukları için minnettarım.

Titreşimi Artırmak – Yeni Yıl endişelerini EFT ile Yok Etmek.

Zaman zaman Titreşimi Arttırmak adını verdiğim, içine saf sevgiyi koyabilmeyi hayal etmemi kolaylaştıran EFT protokolleri yazıyorum. İşte onlardan biri. Basitçe bir kaç defa çalışınız. Hepimiz bilinçaltımızdaki kirliliğin ya farkındayız ya da değiliz. Bu protollerin içine  frekansınızın yükselmesine katkıda bulunması için olumlu dileklerimi koyuyorum. Sevgilerimle.
Not: Karate kesme noktası yerine Spot noktasını kullanabilirsiniz. Olumsuz ifadelerden sonra 9 adet gamut noktasını mutlaka uygulayınız. Duygularınıza yoğunlaşınız. Gerekirse baştan başlayarak çalışınız.


(Takip eden ifadeleri karate kesme noktasına vurarak 3 defa tekrar ediniz)
“Yeni yıla girerken endişeli hissetmeme rağmen kendimi derinden ve tamamen seviyor ve kabul ediyorum… Yeni yılın getireceğini düşündüğüm belirsizliklerin içimde yarattığı korkuya rağmen kendimi güvende ve şimdide hissetmeye açığım.”

Sufi, Mevlana Celaleddin Rumi

Güneş Işığında toz benim, güneşin küresi ben.

Toza kal diyorum. Ve güneş ışığına yuvarlanmaya devam.

Sabahın pusu benim. Akşamın rüzgarı ben.

Korunun hışırtısı, denizin uğuldayan dalgaları benim.

Geminin direği, dümeni, dümencisi ve gemi benim.

Mercan kayalığı benim, onun üzerinde kurduğu.

Hayat ağacı, dallarındaki papağan benim.

Sessizlik, düşünce, dil ve ses.

Flütün sesi ve kişinin ruhu benim.

Taştaki kıvılcım, altın ve metaldeki parıltı benim.

Kandil ve etrafındaki kanat çırpan kelebek,

Gül ve onun kokusuyla sarhoş bülbül,

Varoluşun zinciri, kürenin çemberi benim,

Yaratılışın, yükselişin ve düşüşlerin terazisiyim.

Olan da olmayan da benim. Ben – O bilen sensin,

Celalettin, O söyle -Her şeyde ruh benim.

Sufi, Mevlana Celaleddin Rumi

Yarın Kimseye Vaat Edilmemştir

Unutmayin "YARIN KIMSEYE VAAD EDILMEMISTIR Önce evlendigimizde hayatin daha iyi olacagina inandiririz kendimizi. Evlendikten sonra, bir cocugumuz dogduktan hatta ardindan bir tane daha olduktan sonra hayatin daha iyi olacagina inandiririz kendimizi.

Sonra cocuklar yeterince büyük olmadiklari icin kizar, onlar büyüyünce ...daha mutlu olacagimiza inaniriz. Bundan sonra, ergenlik donemlerinde cocuklarla ugrasmamiz gerektigi icin ofkeleniriz. Kendimize, cocuklarimiz bu donemden cikinca daha mutlu olacagimizi, yeni bir araba alinca, guzel bir tatile cikinca, emekli olunca, yasantimizin dort dortluk olacagini soyleriz.

Gercek ise su andan daha iyi bir zaman olmadigidir. Eger simdi degil ise ne zaman?...
Hayatiniz her zaman mucadelelerle dolu olacaktir. En iyisi bunu kabul edip her ne olursa olsun mutlu olmaya karar vermektir.

En sevdigim sozlerden biri Alfred D. Souza' ya aittir. Der ki; "Uzun zamandan beridir hayatin -gercek hayatin- baslamak uzere oldugu izlenimine kapilmistim. Fakat her zaman yolumun uzerinde bir engel, oncelikle erisilmesi gereken birsey, bitmemis bir is, hizmet edilecek zaman, odenecek bir borc oldu. Sonra hayat baslayacakti. Sonunda anladim ki bu engeller benim hayatimdi.

"Bu gorus acisi, mutluluga giden bir yol olmadigini gosterdi. Mutluluk yoldur, oyleyse sahip oldugunuz her anin kiymetini bilin ve mutlulugu, vaktinizi harcayacak kadar ozel biriyle paylastiginiz icin, ona daha fazla deger verin.

Unutmayin, zaman hic kimse icin beklemez. Oyleyse; Okulu bitirene kadar, 100 milyar kazanana kadar, Cocuklariniz olana kadar, Cocuklariniz evden ayrilana kadar, Ise baslayana kadar, Evlenene kadar, Cuma gecesine kadar, Pazar sabahina kadar, Yeni bir araba, ya da ev alana kadar, Borclari odeyene kadar, Ilkbahara kadar, Yaza kadar, Sonbahara kadar, Kisa kadar, Maas gunune kadar, Sarkiniz soylenene kadar, Emekli olana kadar, Ölene kadar.....

Mutlu olmak için içinde bulunduğunuz 'An' dan daha iyi bir zaman olduğuna karar vermek için beklemekten vazgeçin.  Mutluluk bir varış değil bir yolculuktur. " Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte ararlar, bazıları ise daha alçakta. Oysa mutluluk insanın boyu hizasındadır."

Unutmayin "YARIN KIMSEYE VAAD EDILMEMISTIR"

____Murathan MUNGAN___
***



Davranışlarımızın bilinçaltı nedenlerini tespit etmede çerçeve değiştirme tekniği

    Bilinçaltı kayıtlarımız bizim neler yapıp yapamayacağını belirleyen ana unsurlarımızdır. Bu nedenle bir işi yaparken öncelikle bilinçaltımıza bakmalıyız bilinçaltımız ne diyor. Davranışlarımızı belirleyen unsurlar bizim bilinçaltımızdır. 
    Bilinçaltımız iki bölümden oluşur. Sorunu meydan getiren taraf ve mantıklı düşüne taraf olarak iki tarafı vardır. İkisi arasında sürekli çatışma olduğu için biz rahatsızlık hissederiz. Ve mutsuz oluruz. Bunun için bilinçaltındaki kayıtları temizleme yöntemlerin biriside çerçeve değiştirme yöntemidir.
     Mutsuzluğumuza neden olan soruna yüzey yapıda ki probleme baktığımızda olayı tam olarak anlayamayız eğer derin yapıda problem ne var bunu tespit edemezseniz problemi çözemezsiniz. Öncelikli olarak derin yapıdaki problemi çözmemiz lazım.
    Bunun için öncelikli olarak vücudumuza bakacağız. Her duygunun vücutta bir yeri vardır. Problem aklımıza geldiğinde vücudumuzda ne hissediyoruz. Neresinde ağrı var?  Kimi zaman dersiniz ki; bu sıkıntıyı hatırladığımda boğazımda bir düğümlenme var, Yada kalbim ağrıyor veya mideme kramp giriyor. Buna biz semptomun yerini bulmak diyoruz. Yani problemi düşündüğümüzde vücudumuzun verdiği tepkinin yerini tespit edeceğiz öncelikli olarak.   Vücudumuzda ne hissediyoruz?  Vücudumuz da semptomlar neler? Nerde yanma yada ağrı hissediyoruz bunu tespit ediyoruz.
    Öncelikle olarak örnek sigara içmekse sigarayı neden içiyorsun, sigaranın sana verdiği zararları düşündüğünde neler hissediyorsun, vücudunun neresinde bir yanma ya da düğümlenme oluyor? Bu duygu nasıl bir şey? Basınç olabilir, boğulma, bastırma yada farklı bir şekilde olabilir. Bunu hissediyoruz. Ve semptomun yerini buluyoruz karnında mı, boğazında mı, kollarında mı vücudun her yerinde olabilir. Gözlerimiz kapalı olarak bu sıkıntıyı nerede hissediyoruz.
Artık bundan sonra bu sorunun bilinçaltındaki kayıtlarına ulaşma aşamasına geldik. Çünkü bu sorundan rahatsızlık duysak da bilinçaltında kayıtlı olduğu için bu sorundan kurtulamayız. Bilinçaltımızın sorunu meydan getiren taraf ve mantıklı düşüne taraf olarak iki tarafı vardır. İkisi arasında sürekli çatışma olduğu için biz rahatsızlık hissederiz.
    Sizce bunlardan hangisi sizin düşmanınızdır? Sigara iç diyen sorunu meydana getiren taraf mı yoksa sigara içme sigara zararlı diyen tarafınız mı? Sorunu meydan getiren taraf mı?  Ne yazık ki hayır. Bilinçaltınızın iki tarafı da sizin dostunuzdur, hiçbir zaman sizin düşmanınız olamaz. Sigara iç derken sizi bir sıkıntıdan kurtarmak istiyor. Yani ihtiyacınız olan bir duyguyu size yaşatıyor. Bir şeylerden kaçış ve rahatlama, sigara içerek kendiniz olgunlaşmış hissetme yada başka bir duygunun bastırılması.. Sizin başka bir duygusal ihtiyacınızı karşılamakta olduğu için bilinçaltınızca yaratılmıştır.  O olay daha büyük başka bir sorun çıkmaması için bilinçaltınızca yaratılmıştır. Bu nedenle öncelikli olarak bilinçaltımızca bizi sigaraya teşvik eden olumlu niyeti bulmanız lazım. Bilinçaltımız bize neden böyle diyor. Bunun bir sebebi vardır. Biz bu sebebi bulmadan kesinlikle bu alışkanlıktan vazgeçemeyiz.  
    Sebebi tespit için yine vücudumuzu kullanıyoruz. Bunun için bacaklarımız bir adım açıklığında açılmış rahat bir duruş içerisinde ayakta duruyoruz. İki elimizi, ellerimiz yukarıya bakacak şekilde dirseklerden kırık öne doğru uzatıyoruz.  Dua eder gibi ama eller yukarıda değil.
    Sonrasında vücudumuzu hayalimizde ikiye ayırıyoruz. Yani bir tarafımıza sorun çıkaran taraf diğer tarafımıza ise mantıklı taraf olarak belirliyoruz. Örnek olarak sol tarafımız sorun çıkaran taraf sağ tarafımız mantıklı tarafımız olsun. Gözlerimizi kapıyoruz ve hafif trans haline giriyoruz. Bunun için ağzınız kapalı burnunuzdan 8-10 kez  nefes alıp verebilirsiniz.  Ve sol elimize sorun çıkaran tarafımızı sağ elimize ise mantıklı tarafımızı alıyoruz. Ve sol elinize dönerek içinden “Neden benim sigara içmemi istiyorsun”  diye soruyoruz. Neden sebep ne bunu tespit etmeye çalışıyoruz. Israrlı sorular karşısında sorunun cevapları gelmeye başlıyor.
    Sorunun cevabı aklınıza hayalinize gelmedik bir neden çıkabilir. Örnek “Evdeki huzursuzluktan dolayı kendine zarar vermeni önlemek için seni rahatlattığı için”, “Maddi yönden sıkıntıda olduğun için evdekilere zara vermemen için”, “ iş yerinde maruz kaldığın baskılardan dolayı kendine ya da ailene zarar vermeni önlemek için”,  “ sigara içtiğinde arkadaşlarının yanında kendini olgun ve güçlü hissettirdiği için”.
    Burada tespit ettiğiniz hususlar derin yapıda tespit ettiğiniz nedenlerdir. Biraz öncede söylediğim gibi bilinçaltı sizi asla düşman değildir sadece sizi bir şeyden korumaktadır.  Bu bir konu ya da bir çok konu aklınıza gelebilir. Normal zamanda bilinçli beyinle bu cevapları bulma şansınız çok zayıftır. Kendinize itiraf etmeyeceğiniz hususları hafif trans halindeyken çok rahat söylersiniz.  Ve sol taraftaki bilinçaltınıza bu olumlu niyeti için teşekkür ediyoruz. Bu önemli bir husustur yani bilinçaltınız size bir şeyi yap derken sizi başka bir şeyden korumaktadır ve olumlu bir ya da birkaç nedeni vardır.
Bundan sonra diğer tarafımıza yani mantıklı tarafımız koyduğumuz sağ elimize dönüyoruz yine gözlerimiz kapalı ve yarı trans halinde bize bu olumlu nedeni sağlayacak üç tane öneri bildirmesini istiyoruz. Çünkü sorun çıkaran bilinçaltınızın sizde karşıladığı ihtiyaçları karşılayacak daha iyi bir davranış şekli yaratamazsanız sizin bu alışkanlıktan kurtulma şansınız hiçbir zaman olmayacaktır.
   Öneri olarak örnek “Evdeki huzursuzluk sebebi olan konuyu aile bireyleri ile konuşma”, “sigara içmenin size sağladığı kendine güven duygusu için sizi rahatsız eden konuyu çözmek”  veya “ Sigara içmenin size sağladığı ilgi odağı olma konusu için yine ilgi odağı olabileceğiniz bir aktivite seçmek.” Burada önemli olan mantıklı tarafın önerdiği önerileri sorun çıkaran tarafımızın da kabul etmesi önemlidir. Uçuk kaçık yapılabilirliği olmayan önerilerden ziyade yapabileceğimiz ve kabul edilebilir öneriler olmalıdır.
   Önerileri tespit ettikten sonra bu saferde sağ tarafımıza teşekkür ediyoruz.
     Artık kalıbı kırdınız. Yani sizdeki derin yapıyı tespit ettik ve karşı önerileri de tespit ettik artık derin yapı nedeniyle yaşadığımız çatışmalardan kurtulmanın vakti geldi. Ve sol elimizi elimiz açık ve içe dönük biçimde bu duygudan dolayı çatışma hissettiğimizde ağrı hissettiğimiz yere koyuyoruz. Kalbimiz, boğazımız veya midemiz. Bu sorunu düşünürken daha önce nerede ağrı hissediyorsak oraya koyuyoruz. Ve peşinden de sağ elimizi üzerine koyuyoruz ve bekliyoruz. Bu hareket bize bilinçaltında bir değişim olmasını sağlayacaktır artık iki tarafta anlaşmış durumdadır. Neden; artık size sigara içmenin vermiş olduğu duyguları verecek başka bir seçenekler vardır ve kayıp yoktur.
   Bu durumda bir süre kalıyorsunuz ve rahatladıkça elinizi aşağıya doğru indiriyorsunuz. Eliniz aşağıya inince tamamen rahatlık duygusu hissediyorsunuz. Artık kalıplarınız kırıldı.
    Bundan sonra yapacağınız şey belli size aynı duyguyu hissettirecek mantıklı tarafınızın önerilerini uygulamaya koymak. Ve çatışma yaratan davranıştan sorundan vazgeçmek senin için çok kolay çünkü ihtiyacını karşılayacak yeni davranış şeklini yarattığın için eski davranışa ihtiyacın yok.

Nefes – Evrene Bir Köprü – 4 / OSHO


4.Teknik
Nefes tamamen çıktığında (yukarı) ve kendiliğinden durduğunda ya da hepsi içeri çekildiğinde (aşağı) ve durduğunda… Böylesine evrensel bir duraklamada, insanın küçük benliği kaybolur. Bu yalnızca, saf olmayanlar için güçtür.
Ama o zaman herkes için güçtür, çünkü der ki: Bu yalnızca saf olmayanlar için güçtür.
Ama saf olan kim? Senin için güç; onu uygulayamazsın. Ama bazen aniden hissedebilirsin. Araba sürmektesindir ve aniden kaza olacağını hissedersin. Nefes durur. Çıkmışsa, dışarıda kalır. İçerideyse, içeride kalır. Böyle acil bir durumda nefes alamazsın; bunu göze alamazsın. Her şey durur, ayrılır.
Böylesine evrensel bir duraklamada, insanın küçük benliği kaybolur.
Küçük benliğin yalnızca günlük bir hizmettir. Acil durumlarda onu hatırlayamazsın. Kim olduğun (isim, banka hesabı, prestij, her şey) uçar gider. Araban bir başka arabaya doğru gitmektedir; bir an sonra ölüm gelecektir. Bu anda, bir duraklama olur. Saf olmayanlar için bile bir duraklama olur. Aniden nefes durur. O anın farkına varabilirsen, hedefe ulaşırsın.
Japonya’da Zen keşişleri bunu çok denemiştir. İşte bu yüzden yöntemleri çok garip, saçma, tuhaf görünür. Pek çok anlaşılmaz şey yapmışlardır. Bir usta birini evcen dışarı atar. Aniden usta sebepsizce, anlamsızca vurmaya başlar.
Ustanla oturmaktasın ve her şey yolunda. Gevezelik etmektesin ve duraklamayı yaratmak için seni dövmeye başlar. Sebep varsa duraklama yaratılamaz. Ustana hakaret ettiysen ve o seni dövmeye başladıysa bir sebeb var der, zihnin bu olayı şöyle yorumlar: “Ona hakaret ettim ve o beni dövüyor.”
Gerçekte, zihnin onu zaten bekliyor, bu yüzden bir boşluk yok. Ama hatırla, bir Zen ustası ona hakaret ettiğinde seni dövmez, güler, çünkü o zaman kahkaha duraklamayı yaratır. Sen ona hakaret edersin, ona saçma şeyler söylersin ve öfkelenmesini beklersin. Ama o gülmeye ve dans etmeye başlar. Bu, beklenmedik bir davranıştır ve bir duraklama yaratır.
Sen anlayamazsın. Anlayamadığın zaman zihin durur ve zihin durduğu zaman nefes durur. Her iki durum için de geçerlidir: Eğer nefes durursa zihin durur; eğer zihin durursa nefes durur.
Sen ustanı taktir etmektesindir ve iyi hissetmektesin, “Şimdi usta memnun olmalı,” diye düşünmektesi. Ve aniden o, asasını alır ve seni dövmeye başlar… Hem de merhametsizce, çünkü Zen ustaları merhametsizdir. Seni dövmeye başlar; neler olduğunu anlayamazsın. Zihin durur, bir duraklama olur. Tekniği biliyorsan, benliğine erişebilirsin.
Birinin, öğretmeni aniden onu dövmeye başladığı için Budalığa ulaşmasını anlatan pek çok hikaye vardır. Sen anlayamazsın… Ne saçmalık! İnsan biri tarafından dövüldüğü için ya da biri pencereden dışarı atıldığı için Budalığa nasıl erişebilir ki? Biri seni öldürse bile Budalığa erişmezsin. Ama bu tekniği anlarsan, o zaman ulaşmak kolay olur.
Özellikle batıda, son otuz kırk yıl içinde, Zen çok öne çıkmıştır; moda olmuştur. Ama bu tekniği bilmedikleri sürece Zen’i anlayamazlar. Taklit edebilirler, ama taklit etmenin faydası yoktur. Tam tersine, tehlikelidir. Bunlar taklit edilecek şeyler değildir.
Tüm Zen tekniği Şiva’nın dördüncü tekniğine dayalıdır. Ama bu talihsizliktir. Şimdi Japonya’dan Zen ithal etmek zorunda kalacağız, çünkü biz tüm geleneği kaybettik; onu bilmiyoruz. Şiva bu yöntemin; onu mükemmel uzmanıydı. Barat’ı  (alay) eşliğinde Devi ile evlenmeye geldiği zaman, tüm şehir duraklamayı hissetmiş olmalı… Tüm şehir!
Devi’nin babası kızını bu “hippi” ile evlendirmeye razı değildi… Şiva orijinal hippiydi. Devi’nin babası ona tamamen karşıydı. Hiçbir baba bu evliliğe izin vermezdi; bu yüzden Devi’nin babası aleyhine bir şey söyleyemeyiz. Hiçbir baba kızının Şiva ile evlenmesine izin vermezdi. Ama Devi ısrar etti, bu yüzden babası kabul etmek zorunda kaldı…  Gönülsüzce, mutsuzluk içinde, ama kabul etti.
Sonra düğün alayı geldi. Şiva’yı ve alayını görünce insanların koşmaya başladığı söylenir. Tüm barat LSD, marihuana çekmiş olmalıydı. Hepsi “uçuyordu”. Ve gerçekten, LSD ve marihuana yalnızca başlangıçtır. Şiva nihai uyuşturucuyu (psychedelic) biliyordu, arkadaşları ve müritleri biliyordu: Soma rasa. Aldous Huxley nihai uyuşturucuyu, sırf Şiva yüzünden “soma” diye adlandırdı. Uçuyorlardı, dans ediyor, çığlık atıyor, gülüyorlardı. Tüm şehir kaçtı. Duraklama hissedilmiş olmalı.
Ani, beklenmedik, inanılmaz her şey saf olmayanlar için duraklamayı yaratabilir. Ama saf olanlar için bu tür şeylere ihtiyaç yoktur. Saf olanlar için duraklama hep oradadır. Saf zihinler için, nefes defalarca durur. Zihnin safsa (saf, hiçbir şeyi arzulamadığın, özlemediğin, aramadığın anlamına gelir), sessizce safsa, masumca safsa, oturuyor olursun ve aniden nefesin durur.
Şunu unutma: Zihnin hareketi nefes hareketine ihtiyaç duyar. Hızlı hareket eden zihin hızlı hareket eden nefese ihtiyaç duyar. İşte bu yüzden öfke içindeyken nefesin daha hızlı hareket eder. Cinsel eylemde nefes çok hızlı hareket eder. İşte bu yüzden ayurvedada (Hindistan’daki bitkisel tedavi sistemi) çok fazla cinselliğe izin verilirse ömrünün kısalacağı söylenir. Ayurvedaya göre ömrün kısalır, çünkü ayurveda ömrünü nefeslerinle ölçer. Çok hızlı nefes alıp veriyorsan ömrün kısalacaktır.
Çağdaş tıp cinselliğin kan dolaşımına yardım ettiğini, cinselliğin gevşemeye yardım ettiğini söyler. Ve cinselliklerini baskılayanlar sorun yaşarlar… Özellikle de kalp rahatsızlıkları. Haklıdırlar ve ayurveda da haklıdır, ama karşıt görünürler. Ama ayurveda beş bin sene önce keşfedilmiştir. Her insan çok fazla çalışıyordu: Yaşam çalışmaktı, bu yüzden gevşemeye ihtiyaç yoktu, kan dolaşımı için yapay araçlar yaratmaya gerek yoktu.
Ama şimdi, fazla fiziksel iş yapmayanlar için, tek iş cinsellik. İşte bu yüzden çağdaş tıp da çağdaş insan için doğru. İnsan fazla fiziksel çaba göstermiyor, bu yüzden cinsellik çaba sağlıyor: Yürek daha fazla atıyor, kan daha hızlı dolaşıyor, nefes derinleşiyor ve merkeze gidiyor. Bu yüzden cinsellikten sonra gevşemiş hissedersin ve rahatça uykuya dalabilirsin. Freud, en iyi sakinleştiricinin cinsellik olduğunu söyler ve öyledir de… En azından çağdaş insan için.
Cinsellikte nefes hızlanır, öfkede nefes hızlanır. Cinsellikte zihin arzuyla, şehvetle, saf olmamakla doludur. Zihin safken; zihinde arzu yokken, arayış yokken, güdü yokken hiçbir yere gitmezsin, masum bir havuz gibi burada ve şu anda kalırsın… Tek bir dalga bile olmaz… O zaman nefes kendiliğinden durur. Ona ihtiyaç yoktur.
Bu yolda, küçük benlik yok olur ve daha yüksek, daha üstün benliğe ulaşırsın.
Sanırım bugünlük bu kadarı yeter.

Nefes – Evrene Bir Köprü – 3 / OSHO

3.Teknik
Ne zaman içeri alınan nefes ile dışarı verilen nefes karışsa, o anda enerjisiz, enerji dolu merkeze dokun.
Bir merkez ve çeper olarak bölünmüşüz. Beden çeperdir; bedeni tanıyoruz, çeperi tanıyoruz. Çevreyi tanıyoruz, ama merkezin nerede olduğunu bilmiyoruz. Dışarı çıkan nefes içeri giren nefesle karıştığı zaman, bir oldukları zaman, onun dışarı çıkan nefes mi, içeri giren nefes mi olduğunu bilemediğin zaman… Nefesin dışarı mı çıktığını, içeri mi girdiğini ayırt edemediğin, tanımlayamadığın zaman, nefes içeri girmiş ve dışarı çıkmaya başlamışken, bir birleşim anı olur. O ne dışarı çıkmakta, ne içeri girmektedir. Nefes durağandır. Dışarı çıkarken dinamiktir; içeri girerken dinamiktir. İkisi de olmadığında, sessizken, kıpırtısızken, merkezin yakınındasındır. İçeri giren ve dışarı çıkan nefesin birleşim noktası senin merkezindir.
Şu şekilde bak: Nefes içeri girdiğinde nereye gider? Merkezine gider, merkezine dokunur. Dışarı çıkarken nereden gider? Merkezinden gider.Merkezine dokunulması gerekir. İşte bu yüzden taoist gizemcileri ve Zen gizemcileri insanın merkezinin başı değil göbeği olduğunu söylerler. Nefes göbeğe gider, sonra dışarı çıkar. Merkeze gider.
Dediğim gibi, o seninle bedenin arasında bir köprüdür. Bedeni tanırsın ama merkezinin nerede olduğunu bilemezsin. Nefes daima merkeze gitmekte ve dışarı çıkmaktadır ama yeterince nefes almamaktayızdır. Böylece, normalde gerçekte merkeze gitmez… En azından şimdi merkeze gitmemektedir. İşte bu yüzden herkes “merkezden uzak” hisseder. Çağdaş dünyanın tamamında, düşünmeyi başarabilenler merkezlerini ıskaladıklarını hissederler.
Uyuyan bir çocuğa bak, nefesini gözle. Nefes içeri girer; karın yükselir, göğüs etkilenmemiş kalır. İşte bu yüzden çocukların göğüsleri yoktur,yalnızca karınları vardır… Çok dinamik karınlar. Nefes içeri girer ve karın yükselir; nefes dışarı çıkar ve karın alçalır… Karın hareket eder. Çocuklar merkezlerinin içindedirler, merkezlerindedirler. İşte bu yüzden o kadar mutlu, o kadar sevinç doludurlar, öylesine enerji doludurlar ki, hiç yorulmazlar… Hep taşarlar ve hep geçmişsiz, geleceksiz bir şimdiki zamandadırlar.
Bir çocuk öfkelenebilir. Öfkelendiği zaman tamamen öfke içindedir; öfke kesilir. O zaman öfkesi de güzel bir şeydir. Biri tamamen öfkelendiği zaman, öfkenin kendine has bir güzelliği olur, çünkü bütünlüğün hep bir güzelliği vardır.
Sen hem öfkeli hem güzel olamazsın, sen çirkinleşirsin, çünkü kısmenlik çirkindir. Ve yalnızca öfke konusunda da değil. Aşık olduğunda çirkinleşirsin, çünkü yine kısmen, parça parça aşıksındır; bütününle değil. Birisine aşık olduğunda, aşk yaparken kendi yüzüne bak. Bir aynanın önünde seviş ve yüzüne bak… Çirkin, hayvansı olacaktır. Aşkta da yüzün çirkinleşir. Neden? Aşk da bir çelişkidir, bir şeyi kendine saklamaktasındır. Cimrice vermektesindir. Aşkın içinde bile bütün değilsindir; tamamen, bütünüyle vermezsin.
Öfkeli, şiddet dolu olsa bile çocuk bütündür. Yüzü parlar, güzelleşir; burada ve şu andadır. Öfkesi geçmişle ya da gelecekle ilgili bir şey değildir, hesap yapmaz, yalnızca öfkelidir. Çocuk, kendi merkezindedir. Merkezindeyken, daima bütün olursun. Her ne yaparsan, bütün bir eylem olur; iyi ya da kötü, bütün olur. Parçalı iken, merkezinden uzaktayken, her eylemin kendinin bir parçası olacaktır. Bütünlüğün yanıt vermez, yalnızca bir parçadır ve parça bütüne karşı çıkmaktadır… Bu, çirkinlik yaratır.
Hepimiz çocuk olduk. Neden büyüdükçe nefesimiz sığlaşır? Asla karna gitmez; asla göbeğe dokunmaz. Daha aşağı gidebilse, daha az sığ olacak, ama nefes yalnızca göğse dokunur ve çıkar. Asla merkeze gitmez. Sen merkezden korkuyorsun, çünkü merkeze gidersen bütün olacaksın. Parçalı olmak istiyorsan, parçalı olmanın mekanizması budur.
Aşık olursun… Merkezden nefes alıp verirsen, aşk içinde bütün olarak akarsın. Sen korkuyorsun. Çok incinebilir olmaktan korkuyorsun; birine, herhangi birine karşı çok olmaktan korkuyorsun. Ona aşığım diyebilirsin, o sana sevgilim diyebilir ama korkuyorsun. Diğeri oradadır.
Tamamen incinebilir, açık olursan, neler olacağını bilemezsin. O zaman tamamen, başka bir anlamda sen olursun. Birine tamamen adanmaktan korkuyorsun. Nefes alamıyorsun; derin bir nefes alamıyorsun. Nefesini, merkezine gitmesine izin verecek kadar gevşetemiyorsun… Çünkü nefes merkeze gittiği an eylemin eksiksiz olur.
Bütün olmaktan korktuğun için sığ nefes alıyorsun. Maksimumda değil minimumda nefes alıyorsun. İşte bu yüzden yaşam çok cansız. Minimumda nefes alıyorsan, yaşam cansız olur; maksimumda değil minimumda yaşıyorsun. Maksimumda yaşayabilirsin… O zaman yaşam taşkın olur. Ama o zaman güçlük çıkar. Yaşam taşkınsa bir eş olamazsın. Her şey güçleşir.
Yaşam taşkın olduğunda, aşk da taşkın olur. O zaman birine bağlı kalamazsın. O zaman her yöne taşarsın; tüm boyutlar senin tarafından doldurulur. Ve sonra zihin tehlike hisseder, bu yüzden canlı olmamak daha iyidir. Ne kadar ölüysen, o kadar güvendesindir. Ne kadar ölüysen herşey o kadar kontrol altındadır. Kontrol edebilirsin; o zaman sen efendi olarak kalırsın. Kontrol edebildiğin için efendi olduğunu hissedersin. Öfkeni kontrol edebilirsin, aşkını kontrol edebilirsin, herşey kontrol edebilirsin. Ama bu kontrol ancak enerjinin minimum düzeyinde mümkündür.
Herkes o ya da bu zamanda, aniden minimum düzeyden maksimum düzeye değiştiği anlar olduğunu hissetmiştir. Tepedeki istasyona tırmanırsın. Aniden şehirden ve şehrin hapishanesinden çıkarsın. Özgür hissedersin. Gökyüzü engindir, orman yeşildir ve yükseklik bulutlara dokunur. Aniden derin bir nefes alırsın. Bunu gözlememiş olabilirsin. Artık tepedeki bir istasyona gidersen, gözle. Değişimi yapan aslında tepedeki istasyon değildir. Nefesindir. Derin bir nefes alırsın. “Ah! Ah!” dersin. Merkeze dokunursun, bir anlığına bütün olursun ve herşey sevinç dolar. O sevinç tepedeki istasyondan gelmemektedir, o sevinç merkezinden gelmektedir… Aniden ona dokunmuşsundur.
Sen şehirden korkuyordun. Her yerde başkaları vardı ve sen kendini kontrol altında tutuyordun. Çığlık atamıyordun, kahkaha atamıyordun. Ne talihsizlik! Sokakta dans edip şarkı söyleyemiyordun. Korkuyordun… Bir köşeden bir polis çıkabilirdi ya da bir rahip, bir yargıç, bir politikacı, bir ahlakçı. Civarda birisi olabilirdi, bu yüzden sokakta dans edemiyordun.
Bertrand Russell bir yerlerde şöyle demiş: “Medeniyeti çok seviyorum ama medeniyete çok büyük bedellerle ulaştık.” Sokaklarda dans edemezsin ama tepedeki bir istasyona gidersin ve aniden dans edersin. Gökyüzü ile yalnızsın ve gökyüzü bir hapishane değil. Yalnızca bir açıklık, açılır, açılır… Engindir, sonsuzdur. Aniden derin bir nefes alırsın, merkezine ve sevince dokunur. Ama uzun sürmez. Bir iki saat içinde tepedeki istasyon yok olacaktır. Sen orada olacaksın ama tepedeki istasyon yok olacak.
Endişelerin geri gelir. Şehre bir telefon açmayı, karına bir mektup yazmayı düşünmeye başlarsın ya da üç gün sonra geri döneceğinden, bazı ayarlamalar yapman gerektiğini düşünmeye başlarsın. Daha yeni gelmişsindir ve geri dönüş için planlar yapmaya başlarsın. Dönmüşsündür.
O nefes aslında senden değildi; aniden oldu. Durumdaki değişim yüzünden vites değişti. Yeni bir durumdaydın, eski şekilde nefes alamıyordun, bu yüzden bir anlığına yeni bir nefes geldi. Merkeze dokundu ve sen sevinç hissettin.
Şiva der ki, her an merkeze dokunmaktasın ya da eğer dokunmuyorsan, dokunabilirsin. Derin, ağır nefesler al. Merkeze dokun; göğüsten nefes alma… Bu hiledir. Medeniyet, eğitim, ahlak; bunlar sığ nefes almayı yaratmıştır. Derine, merkeze gitmek iyidir, çünkü aksi halde derin nefesler alamazsın.
İnsanlık cinselliğe karşı baskılayıcı olmadığı sürece insan gerçekten nefes alamaz. Nefes karına, derinlere giderse, cinsellik merkezine enerji verir. Cinsel merkeze dokunur; cinsel merkeze içerden masaj yapar. Cinsel merkez daha aktif, daha canlı olur. Medeniyet cinsellikten korkmaktadır. Çocukların cinsel merkezlerine, cinsel organlarına dokunmalarına izin vermeyiz. “Dur!” deriz. “Dokunma!”
Cinsel merkezine ilk kez dokunurken bir çocuğa bak ve sonra, “Dur!” de ve sonra nefesini gözle. “Dur! Cinsel merkezine dokunma!” dediğin zaman nefes hemen sığlaşır… Çünkü cinsel merkezine dokunan yalnızca eli değildir, derinliklerinde, nefesi de dokunmaktadır. Ve eğer nefes ona dokunmaya devam ederse, eli durdurmak güçtür. El durursa, temel olarak nefesin de dokunmaması, derine gitmemesi gereklidir, şarttır. Sığ kalmalıdır.
Biz cinsellikten korkuyoruz. Bedenimizin aşağıdaki kısmı yalnızca fiziksel olarak aşağı değildir, bir değer olarak da aşağılık olmuştur. “Aşağılık” olarak kınanır. Bu yüzden derine gitme, sığ kal. Yalnızca aşağı doğru nefes alabilmemiz talihsizliktir. Bazı vaizlere izin verilse, tüm mekanizmayı değiştirirlerdi. Sana yalnızca başına doğru nefes alma izni verirlerdi. O zaman cinselliği kesinlikle hissetmezdin.
Cinsel yönü olmayan bir insanlık yaratacaksak, o zaman nefes sistemini değiştirmemiz gerekir. Nefesin başına gitmesi gerekir, sahasrar‘ya… Kafadaki yedinci merkeze ve sonra ağza geri dönmelidir. Geçiş bu olmalıdır: Ağızdan sahasrar’ya. Aşağıya, derinlere gitmemelidir, çünkü aşağısı tehlikelidir. Ne kadar derine gidersen, biyolojinin derin tabakalarına o kadar yaklaşırsın. Merkeze uzanırsın ve o merkez, cinsel merkezin yakınındadır… Yalnızca yakınında. Öyle olmak zorundadır, çünkü cinsellik yaşamdır.
Şu şekilde bak: Nefes yukarıdan aşağıya giden yaşamdır; cinsellik diğer köşedeki yaşamdır… Aşağıdan yukarıya. Cinsel enerji akar ve nefes enerjisi akar. Nefes geçişi üst bedendedir ve cinsel geçiş alt bedendedir. Birleştikleri zaman yaşam yaratırlar; birleştikleri zaman biyoloji, biyoenerji yaratırlar. Bu yüzden, cinsellikten korkuyorsan, ikisi arasında bir mesafe yarat, birleşmelerine izin verme. Bu yüzden gerçekte, medeni bir adam hadım edilmiş bir adamdır; işte bu yüzden nefes hakkında bilgimiz yok ve bu sutrayı anlamak güç olacaktır.
Şiva şöyle der:
Ne zaman içeri alınan nefes ile dışarı verilen nefes karışsa, o anda enerjisiz, enerji dolu merkeze dokun.
Birbirine zıt terimler kullanır: “Enerjisiz, enerji dolu.” Enerjisizdir, çünkü bedenlerin, zihinlerin ona enerji veremez. Beden enerjin orada değildir, zihin enerjin orada değildir, bu yüzden, kimliğini bildiğin kadarıyla enerjisizdir. Ama enerji doludur, çünkü kozmik enerji kaynağına sahiptir, beden enerjin sayesinde değil.
Senin beden enerjin yalnızca yakıt enerjisidir. Petrolden başka bir şey değildir. Bir şey yersin, bir şey içersin… Bunlar enerji yaratır. Yalnızca bedene enerji vermektedir. Yemeyi, içmeyi bırak, bedenin ölür gider. Hemen şimdi değil, en az üç ay alır, çünkü petrol rezervlerin vardır. Çok enerji biriktirmişsindir; bir petrol istasyonuna gitmeden en az üç ay dayanır bu. Dayanabilir, çünkü bir rezervi vardır. Bir acil durum için, herhangi bir acil durum için ona ihtiyacın olabilir.
Bu, “yakıt” enerjisidir. Merkez yakıt enerjisi almaz. İşte bu yüzden Şiva enerjisiz der. Senin yiyip içmene bağlı değildir. Kozmik kaynak ile bağlantılıdır; o , kozmik enerjidir. İşte bu yüzden enerjisiz, enerji dolu merkez, der. Nefesin dışarı çıktığı ve içeri girdiği merkezi, nefeslerin karıştığı noktayı, o merkezi hissettiğin an, onu fark edersen aydınlanırsın.

Nefes – Evrene Bir Köprü – 2 / OSHO

1. Teknik
Şiva yanıt verir:
Ey ışık saçan, bu deneyim iki nefes arasında aydınlanabilir. Nefes içeri girdikten sonra ve dışarı çıkmadan hemen önce; iyilik.

Ey ışık saçan, bu deneyim nefes arasında doğabilir.
Nefes içeri girdikten sonra (yani, aşağı) ve dışarı çıkmadan hemen önce (yani, yukarı) iyilik. Bu iki noktanın arasına ve oluşa dikkat et. Nefes içeri girdiği zaman gözle. Tek bir an için, anın binde biri kadar süre için, nefes alıp vermek yoktur; yukarı dönmeden önce, dışa dönmeden önce… Bir nefes içeri girer; sonra belirli bir nokta vardır ve nefes durur. Sonra nefes dışarı çıkar. Nefes dışarı çıktığı zaman, sonra yine tek bir an için, bir anın bir parçası kadar süre için, nefes durur. Sonra nefes içeri girer.
Nefes içeri ya da dışarı dönmeden önce, nefes alıp vermediğin bir an vardır. O anda, oluş mümkündür, çünkü nefes alıp vermediğin zaman dünyada değilsindir. Şunu anla: Nefes alıp vermediğin zaman ölüsün; hâlâ varsın, ama ölüsün. O an, asla gözleyemeyeceğin kadar kısadır.
Tantra için, dışarı çıkan her nefes ölümdür ve her yeni nefes yeniden doğumdur. İçeri alınan nefes yeniden doğumdur; dışarı verilen nefes ölümdür. Dışarı çıkan nefes ölümle eş anlamlıdır. Bu yüzden her nefesle ölür, yeniden doğarsın. İkisi arasındaki boşluk çok kısa sürer, ama keskin, içten gözlem ve dikkat o boşluğu hissetmeni sağlar. Boşluğu hissedebilirsen, der Şiva; işte iyilik. O zaman başka hiçbir şeye ihtiyaç yoktur. Mutlusundur, bilmişsindir; olmuştur.
Nefesi eğitmemelisin. Olduğu gibi bırak. Bu kadar basit bir teknik neden? Basit görünür. Gerçeği bilmek için böylesine basit bir teknik! Gerçeği bilmek ne doğan, ne öleni bilmektir, hep var olan o ezeli ve ebedi şeyi bilmektir. Dışarı çıkan nefesi bilebilirsin, içeri giren nefesi bilebilirsin; ama ikisi arasındaki boşluğu hiçbir zaman bilmezsin.
Dene. Birden anlayıverirsin. Sana ya da yapına hiçbir şey eklenmesi gerekmez, herşey yerli yerindedir. Belirli bir farkındalık dışında her şey oradadır. O zaman bunu nasıl yapmalı? İlk önce, içeri giren nefesin farkına var. Onu izle. Her şeyi unut, yalnızca içeri giren nefesi izle; onun geçişini… Nefes burun deliklerine dokunduğu zaman, orada hisset. Sonra nefes al. Nefesle, tamamen bilinçli olarak hareket et. Nefesle aşağı, aşağı, aşağı giderken, nefesi kaçırma. Önüne geçme ya da arkadan takip etme, onunla git. Bunu unutma: önüne geçme, onu bir gölge gibi takip etme, onunla aynı anda git.
Nefes ve bilinç bir olmalıdır. Nefes içeri girer; sen içeri girersin. Ancak o zaman iki nefes arasındaki noktaya ulaşmak mümkün olur. Kolay olmayacaktır. Nefesle içeri gir sonra dışarı çık: İçeri-dışarı, içeri-dışarı.
Buda özellikle bu yöntemi kullanmaya çalıştı, bu yüzden bu yöntem Budist yöntemi haline geldi. Terminolojide bu, Anapanasati Yoga olarak bilinir. Ve Buda’nın aydınlanması bu tekniğe dayalıdır; sırf buna.
Dünyanın bütün din uluları, dünyanın bütün görücüleri şu ya da bu teknik aracılığı ile ermiştir ve o teknikler bu yüz on iki tekniğin içindedir. İlki bir Budist tekniğidir. Dünyada Budist tekniği olarak tanınmıştır, çünkü Buda, aydınlanmasına bu teknik aracılığı ile ulaşmıştır.
Buda dedi ki: “İçeri girerken, dışarı çıkarken nefesinin farkında ol; içeri girerken, dışarı çıkarken.” Boşluktan hiç bahsetmez, çünkü gerek yoktur. Buda, boşluk hakkında endişelenirsen, o endişenin iki nefes arasındaki boşluğa dair farkındalığını bozacağını düşündü ve hissetti. Bu yüzden yalnızca, “Farkında ol. Nefes içeri girerken onunla hareket et ve nefes dışarı çıkarken onunla hareket et.” Yalnızca şunu yap: Nefesle birlikte içeri gir, dışarı çık.” dedi. Tekniğin sonraki kısmı hakkında asla, hiçbir şey şöylemedi.
Sebebi şudur: Buda çok sıradan insanlarla konuşuyordu ve bu bile boşluğa ulaşma arzusu yaratabilir. O boşluğa ulaşma arzusu farkındalığa engel olur, çünkü boşluğa ulaşmayı arzuladığında ileri geri hareket edersin. Nefes içeri girerken sen önden gidiyor olursun, çünkü gelecek boşlukla ilgileniyorsundur. Buda ondan hiç bahsetmez, bu yüzden Buda’nın tekniği aslında bu tekniğin yalnızca yarısıdır.
Ama tekniğin diğer yarısı kendiliğinden gelir. Nefes bilinçliliğini, nefes farkındalığını çalışmaya devam edersen, aniden, bir gün, bilmeden, boşluğa gelirsin. Çünkü farkındalığın keskinleştikçe, derinleştikçe, yoğunlaştıkça, farkındalığın paranteze alındığı zaman; tüm dünya parantezin dışında kalır; içeri giren ya da dışarı çıkan nefes dünyan ve bilincin için tek arena olur, aniden içinde nefes olmayan aralığı hissedersin.
İnceden inceye nefesin hareket ederken, nefes olmadığında, bunun farkına niye varamayasın? Aniden nefes olmadığını fark edersin ve nefesin ne dışarı çıktığını, ne içeri girdiğini hissettiğin an gelir. Nefes tamamen durmuştur. O duruşta, iyilik’i bulursun.
Bu teknik milyonlar için yeterlidir. Asya’nın tamamı, yüzyıllardır bu tekniği denemiş, bu teknikle yaşamıştır: Tibet, Çin, Burma, Tayland, Seylan… Hindistan dışında Asya’nın tamamı bu tekniği denemiştir. Tek bir teknikle binlerce, binlerce kişi aydınlanmaya erişmiştir. Ve bu yalnızca ilk tekniktir.
Ama ne yazık ki bu teknik Buda’nın ismi ile özdeşleştiği için, Hindular ondan kaçınmaya çalışmaktadır. Giderek bir Budist yöntemi olarak tanındığı için, Hindular onu tamamen unutmuştur. Ve bu kadar da değil, ondan bir sebebten daha kaçınmaya çalışmaktadırlar. Bu teknik Şiva’nın bahsettiği ilk teknik olduğundan, pek çok Budist bu kitabın, yani Vigyan Bhairav Tantra’nın Hindu değil, Budist kitabı olduğunu iddia etmiştir.
Ama bu teknik ne Hindu, ne de Budistlere aittir… Teknik tekniktir. Buda bunu kullanmıştır, ama teknik zaten kullanılmak üzere oradaydı. Buda, bu teknik sayesinde Buda, yani “aydınlanmış olan” oldu. Teknik Buda’dan önce vardı; teknik hep oradaydı. Dene onu. En basit tekniklerden biridir… Diğer tekniklere göre basit; senin için basit demiyorum. Diğer teknikler daha güç olacak. İşte bu yüzden bundan ilk teknik olarak bahsedilir.

Nefes – Evrene Bir Köprü – 1 / OSHO

Gerçek her zaman buradadır. Bu zaten böyle. Gelecekte ulaşılacak bir şey değildir. Burada ve şimdi gerçek sensin, bu yüzden gerçek, yaratılacak bir şey değildir, tertiplenecek ya da aranacak bir şey değildir. Bunu iyice anla; o zaman bu teknikleri anlamak ve yapmak kolay olur.
Zihin bir arzulama mekanizmasıdır. Zihin daima arzu içindedir, daima bir şey aramakta, bir şey sormaktadır. Her zaman hedef gelecektedir; zihin şu anla hiç ilgilenmez. Zihin şu anda hareket edemez, yeri yoktur. Zihnin hareket etmek için geleceğe ihtiyacı vardır. Geçmişte ya da gelecekte hareket edebilir. Şu anda hareket edemez, yeri yoktur. Gerçek şu andadır ve zihin hep gelecekte ya da geçmiştedir, bu yüzden zihin ile gerçek bir araya gelemez.
Zihin dünyevi hedefler aradığı zaman zor olmaz, sorun saçma değildir; çözülebilir. Ama zihin gerçeği aramaya başladığında çabanın kendisi saçma olur, çünkü gerçek burada ve şu andadır ve zihin her zaman orada ve o zamandadır. Bir araya gelemezler. Bu yüzden önce şunu anla; gerçeği arayamazsın. Onu bulabilirsin, ama arayamazsın. Aramanın kendisi engeldir.
Aramaya başladığın anda, kendinden uzaklaşmışsındır, çünkü sen her zaman şu andasın. Arayıcı hep şu andadır ve arayış gelecektedir, her ne arıyorsan, bir araya gelemeyeceksin. Lao Tzu şöyle der: “Arama; aksi halde kaçırırsın. Aramayı bırak ve bul. Arama ve bul.”
Şiva’nın bütün bu tekniklerinin amacı basitçe zihni gelecekten ya da geçmişten şu ana çevirmektir. Aradığın şey zaten oradadır, zaten öyledir. Zihnin arayıştan aramayışa döndürülmesi gereklidir. Bu güçtür. Düşünsel olarak düşünürsen çok güçtür. Zihni arayıştan aramayışa nasıl döndürmeli? Çünkü o zaman zihin, aramayışın kendisini hedef yapar! O zaman zihin der ki: “Arama.” O zaman zihin der ki: “Aramamalıyım.” O zaman zihin der ki: “Şimdi hedefim; aramamak. Artık arzusuzluk durumunu arzuluyorum.” Arayış yine başlamıştır, arzu arka kapıdan yine girmiştir. İşte bu  yüzden dünyevi hedefler arayan insanlar vardır ve dünyevi hedefler aramadıklarını düşünen insanlar vardır. Tüm hedefler dünyevidir, çünkü “arayış” dünyadır.
Bu yüzden dünyevi olmayan hiçbir şey arayamazsın. Aradığın anda, aradığın şey dünyevi olur. Tanrı’yı arıyorsan, Tanrın dünyanın bir parçasıdır. Mokşa’yı arıyorsan, özgürleşmeyi, nirvana’yı; özgürleşmen dünyanın bir parçasıdır, çünkü arayış dünyadır, arzulama dünyadır. Bu yüzden nirvana’yı arzulayamazsın, arzusuzluğu arzulayamazsın. Düşünsel olarak anlamaya çalışırsan, bir bulmacaya  dönüşür.
Şiva, bu konuda hiçbir şey söylemez, hemen teknikler vermeye başlar. Onlar düşünsel değildir. Devi’ye şöyle demez: “Gerçek buradadır. Onu arama, o zaman bulursun.” Hemen teknikler verir. O teknikler düşünsel değildir. Onları yap, o zaman zihin döner. Dönüş yalnızca bir sonuçtur, yalnızca bir yan ürün; bir hedef değil. Dönüş yalnızca bir yan üründür.
Bir tekniği yaparsan, zihnin geleceğe ya da geçmişe yaptığı yolculuktan döner. Aniden kendini ‘şu an’da bulursun. İşte bu yüzden Buda teknikler vermiştir, Lao Tzu teknikler vermiştir, Krishna teknikler vermiştir. Ama onlar tekniklerini hep düşünsel kavramlarla sunarlar. Yalnızca Şiva farklıdır. O hemen teknikler verir, ama düşünsel anlayış vermez, düşünsel giriş vermez, çünkü zihnin hileci olduğunu bilir, olası en sinsi şey olduğunu bilir. Zihin her şeyi bir soruna dönüştürebilir. Aramayış sorun olur.
Bana gelip nasıl arzu edilmeyeceğini soran insanlar var. Onlar arzusuzluğu arzuluyorlar. Biri onlara söylemiş ya da bir yerlerde okumuşlar ya da ruhani dedikodular duymuşlar, arzulamazsan mutluluğa erişeceğini, arzulamazsan özgür olacağını, arzulamazsan acı çekmeyeceğini duymuşlar, bu yüzden nasıl arzulanmayacağını sorarlar. Zihinleri onlara oyunlar oynamaktadır. Hala arzulamaktadırlar, yalnızca artık hedef değişmiştir. Eskiden para arzuluyorlardı, şöhret arzuluyorlardı, prestij arzuluyorlardı, güç arzuluyorlardı. Artık arzusuzluğu arzuluyorlar. Yalnızca hedef değişmiş ve onlar aynı kalmışlar ve arzuları aynı kalmış. Ama şimdi arzu daha aldatıcı olmuş.
Bu yüzden, Şiva hiçbir giriş yapmadan hemen ilerler. Hemen tekniklerden bahsetmeye başlar. Bu teknikler, eğer izlenirse, aniden zihnini döndürürler: Zihin ‘şu an’a gelir. Ve zihin şu ana geldiğinde durur, artık yoktur. Şu anda bir zihin olamazsın, bu imkansızdır. Şu anda, burada ve şu andaysan, nasıl bir zihin olabilirsin? Düşünceler durur, çünkü hareket edemezler. Şu anda hareket edilecek yer yoktur. Şu andaysan, nasıl hareket edebilirsin? Zihin durur, zihinsizliğe ulaşırsın.
Bu yüzden, asıl önemli olan nasıl burada ve şu anda olacağındır. Deneyebilirsin, ama çaba boşuna olabilir… Çünkü şu anda olmayı bir hedef haline getirirsen, o zaman hedef geleceğe kaymıştır. Nasıl şu anda olunacağını sorarsan, yine gelecek hakkında soru sormaktasındır. “Nasıl şimdide olunur? Nasıl burada ve şu anda olunur?” diye sorarken şu an geçmektedir. Sen soru sorarken şu an geçmektedir ve zihnin gelecekte düşler görmeye, yaratmaya başlar: Bir gün hiç hareket olmadığı, hiç güdü olmadığı, hiç arayış olmadığı bir zihin durumuna erişeceksin ve o zaman mutluluk olacak… Bu durumda nasıl şu anda olunur?
Şiva bu konuda hiçbir şey söylemez, yalnızca bir teknik verir. Sen bu tekniği uygularsın ve aniden burada ve şu anda olduğunu görürsün. Ve senin burada ve şu anda olman gerçektir, özgürlüktür, nirvanadır.
İlk dokuz teknik nefesle ilgilidir. Bu yüzden nefese dair bir şeyi anlayalım ve sonra tekniklere geçelim. Doğum anından ölüm anına kadar devamlı nefes alıp veririz. Bu iki nokta arasında her şey değişir. Her şey değişir, hiçbir şey aynı kalmaz; doğum ile ölüm arasındaki tek daimi şey nefestir.
Çocuk genç olur; genç yaşlanır. Hastalık kapar, bedeni çirkinleşir, hasta olur; her şey değişir. Mutlu olur, mutsuz olur, acı çeken; her şey değişmeye devam eder. Ama bu iki nokta arasında ne olursa olsun, insanın nefes alıp vermesi gerekir. Mutlu ya da mutsuz, genç ya da yaşlı, başarılı ya da başarısız… Ne olduğun önemsizdir… Bir şey kesindir: Doğum ve ölüm arasında nefes alıp vermelisin.
Nefes alıp vermek daimi bir akımdır; bir aralık mümkün değildir. Tek bir an bile nefes almayı unutsan, artık var olamazsın. İşte bu yüzden senin nefes alman gerekmez, çünkü o zaman zor olur. İnsan bir an için nefes almayı unutabilir, o zaman hiçbir şey yapılamaz. Bu yüzden, aslında nefes alan sen değilsin, çünkü sana ihtiyaç yoktur. Derin uykuda olursun ve nefes alıp vermen devam eder; baygın olursun ve nefes alıp vermen devam eder; derin komada olursun nefes alıp vermen devam eder. Sana ihtiyaç yoktur; nefes sana rağmen devam eden bir şeydir.
Bu kişiliğindeki daimi faktörlerden biridir: Yaşam için çok gerekli ve temel bir şeydir nefes. Nefessiz yaşayamazsın. Bu yüzden nefes ve yaşam eşanlamlı anlamlı olmuştur. Nefes yaşamın mekanizmasıdır ve yaşam nefesle derinden ilişkilidir. İşte bu yüzden Hindistan’da ona prana deriz. İkisi için tek bir sözcük vermişizdir. Prana canlılık demektir. Yaşamın nefesindir.
Nefesin seninle bedenin arasında bir köprüdür. Bu köprü seni bağlamakta bedeninle ilişkilendirmektedir. Nefes yalnızca bedeninle aranda bir köprü değil aynı zamanda seninle evren arasında da bir köprüdür. Beden yalnızca sana gelen sana daha yakın olan evrendir.
Bedenin evrenin bir parçasıdır. Bedendeki her şey evrenin parçasıdır: Her zerresi, her hücresi… Evrene en yakın yaklaşımdır. Nefes köprüdür. Köprü yıkılırsa artık bedeninde olmazsın. Köprü yakılırsa artık evrende olmazsın. Bilinmeyen bir boyuta geçersin; o durumda, zaman ve uzamda bulunamazsın. Bu yüzden, nefes aynı zamanda seninle zaman ve uzam arasında köprüdür.
Bu yüzden nefes çok önemli olmuştur; en önemli şey… Bu yüzden ilk dokuz teknik nefesle ilgilidir… Nefesle bir şeyler yapabilirsen, aniden şu ana dönersin. Nefesle bir şey yapabilirsen, yaşamın kaynağına erişirsin. Nefesle bir şey yapabilirsen zamanı ve uzamı aşabilirsin. Nefesle bir şey yapabilirsen, dünyada ve aynı zamanda dünyanın ötesinde olursun.
Nefesin iki noktası vardır. Biri bedene ve evrene dokunduğu yer, diğeri sana ve evreni aşana dokunduğu yer. Biz nefesin yalnızca bir kısmını biliyoruz. Evrene, bedene girdiği zaman onu biliriz. Ama o aynı zamanda bedenden “bedensiz”e, “bedensiz”den bedene hareket etmektedir. Biz diğer noktayı bilmeyiz. Diğer noktanın, köprünün diğer parçasının, köprünün diğer kutbunun farkına varırsan, aniden dönüşürsün, farklı bir boyuta nakledilirsin.
Ama unutma, Şiva’nın söyleyeceği Yoga değildir, Tantra’dır. Yoga da nefes üzerinde çalışır, ama Yoga’nın ve Tantra’nın çalışmaları temelde farklıdır. Yoga nefes alıp vermeyi sistemleştirmeye çalışır. Nefesini sistemleştirirsen iyileşirsin. Nefesini sistemleştirir, sırlarını bilirsen ömrün uzar; daha sağlıklı olur ve daha uzun yaşarsın. Daha güçlü, daha enerji dolu, daha canlı, daha genç ve daha taze olursun.
Ama Tantra bununla ilgilenmez. Tantra nefesin sistemleştirilmesi ile ilgilenmez, nefesi yalnızca içe dönüş için bir teknik olarak kullanmakla ilgilenir. İnsanın özel bir nefes alıp verme tarzı denemesi gerekmez, özel bir nefes alıp verme sistemi ya da özel bir nefes alıp verme ritmi… Hayır! İnsanın olduğu gibi nefes alıp vermesi gerekir. İnsanın yalnızca nefesteki belirli noktaların farkına varması gerekir.
Belirli noktalar vardır, ama biz onların farkında değilizdir. Biz hep nefes alıp veriyorduk ve nefes alıp vermeye devam edeceğiz… Nefes alıp vererek doğduk ve nefes alıp vererek öleceğiz, ama belirli noktaların farkında değiliz… Ve bu tuhaf. İnsan arıyor, uzayın derinliklerini araştırıyor. İnsan aya gidiyor; insan daha uzağa ulaşmaya çalışıyor, yeryüzünden uzaya… Ve insan daha yaşamının en yakın parçasını öğrenmedi. Nefeste, hiç gözlemlemediğin belirli noktalar var; o noktalar kapılardır; farklı bir dünyaya, farklı bir benliğe, farklı bir bilince girmek için kullanabileceğin, sana en yakın kapılar… Ama onlar çok incelikli.
Ayı gözlemlemek çok güç değildir. Aya ulaşmak bile çok güç değildir; büyük bir yolculuktur. Mekanize olmak gerekir, teknolojiye ihtiyacın olur, toplanmış bilgilere ihtiyacın olur ve sonra ona ulaşabilirsin. Nefes alıp vermek sana en yakın şeydir ve bir şey sana ne kadar yakınsa, onu algılamak o kadar güç olur. Ne kadar yakınsa o kadar güç olur; ne kadar açıksa o kadar güç olur. Sana o kadar yakındır ki, seninle nefesin arasında boşluk yoktur. Ya da öylesine küçük bir boşluk var ki, çok titiz bir incelemeye ihtiyaç var, ancak o zaman belirli noktaların farkına varırsın. Bu noktalar bu tekniklerin temelidir. Bu yüzden her tekniği ele alacağım.